Prof.Dr.Turgut Turhan

II. Abdülhamit döneminde Osmanlı’da opera ve balenin gelişimi







II. Abdülhamit döneminde Osmanlı’da opera ve balenin gelişimi

Konuyla ilgili olarak bu sayfada yayınlanmış olan son yazımda, opera ve bale alanında, II. Mahmud’dan Abdülmecit ve Abdülaziz’e kadar olan gelişmeler anlatılmış ve Abdülhamit’in yaptığı katkıların da ayrı bir yazıda ele alınacağı not düşülmüştü. Bu yazıyla güdülen amaç, II. Abdülhamit’in Osmanlı’da opera ve alanına yaptığı katkıları anlatmak ve böylelikle “Osmanlı’da opera ve bale yoktu” düşüncesinin gerçeklerle hiçbir ilgisi olmadığını vurgulamaktır.
 

II. Abdülhamit ve padişahlığı

 

Nereden bakarsanız bakın, II. Abdülhamit aslında garip bir adam olarak tanınır. Bir yandan politikalarında“İslâm Birliğinden” söz ederken diğer yandan opera dinleyebilmek için saraya özel salonlar yaptıran, La Traviata’yı dinlemeyi çok seven, çocuklarına piyano dersi veren bir garip adam! Fesli İslamcımız O’nu  “Boş işlerle uğraşmış biri… “Tarikat erbabı olduğunu söyleyen adamın piyanoyla işi ne?” diye tanımlıyor!
Evrensel müziğe tutkun bir padişah

Amcası Abdülaziz’in genlerinden mi, yoksa amcasıyla Fransa ve İngiltere gezisinde olduğu gibi yurt dışına çıkarken yanında götürdüğünden mi bilinmez ama II. Abdülhamit, tam anlamıyla evrensel müziğe tutkun bir padişahtı. Evrensel müzik, özellikle opera ve operetler söz konusu olduğunda “İslâm Birliğini” falan düşündüğü yoktu. ”Alaturka musikiden hoşlanmam, insana uyku getirir. Alafranga musikiyi tercih ederim. Opera ve operetler hoşuma gider!” kendi sözleridir. Tabii 1867 yılında amcası Abdülaziz’le birlikte çıktığı Avrupa davetinde gördüğü Avrupai, özellikle sosyetik hayattan, balolardan, konser salonlarından ve bu salonlarda Rossini, Bellini, Donizetti ve Verdi’yi dinlemekten etkilenmemesi mümkün değildir. Sürgün dönemindeki doktoru Atıf Hüseyin Beyin anlattığına göre, yaptırdığı araştırmalar sonunda“Alaturka dediğimiz makamların Türklere ait olmadığına, Yunanlılara, Araplara ve İranlılara ait olduğuna inanmıştı… Kendisi de “Alaturkanın gam verdiği, alafranganın ise neşe verdiği” görüşündeydi.

Ailece alınan müzik eğitimi

Çocuklarına da müzik eğitimi aldırdı. Çocuklarına müzik eğitimi aldırmasının aslında “ilklerin padişahı” olarak da anılan babası Abdülmecit’ten geldiğini düşünmek doğru olacaktır. Abdülmecit, Batı klâsik müziğine olan tutkusu nedeniyle çocuklarına ve kızlarına piyano ve ders aldırmıştır. Çocukları arasında batı müziğini hemen benimseyenin ise Abdülhamit olduğunu görmüştür. Kızı Şadiye Sultan da “Babasının kendisine piyano hediye ettiğini, bale ve dansları dersleri aldırdığını söylüyor. Sade çocukları değil, kendisi de Callisto Guatelli, Alxandre Efendi ve Miralay Lombardi’den piyano dersleri almıştır. Aslında Abdülmecid, Abdülaziz ve II. Abdülhamit olmak üzere her üç padişahın da, farklı raddelerde de olsa, Batı müziğine tutkun olduklarını ve çocuklarının da müzik eğitimi almaları konusunda  hassas davrandıklarını söylemek doğru olacaktır. Belirtmek gerekir ki, çocuklar da aldıkları bu eğitimle kabiliyetlerini birleştirince ortaya güzel sonuçlar çıkmıştır. Örneğin zaten küçükten kabiliyetli olan keman çalan oğlu Burhanettin Bey daha 7 yaşında iken bir marş bestelemiş, Ayşe Sultan da 12 yaşında iken meşhur Hamidiye marşını  bestelemiş ve Şadiye ile Ayşe Sultanlar ile oğlu Mehmet Efendi mükemmel piyano çalmayı, Mehmet Abdülkadir  efendi keman, Abdülrahim Efendi çello çalmayı öğrenmişlerdi.

Sarayda özel opera salonu yaptırması

II. Abdülhamit, özellikle İmparatorluğun batıya yönelik gelişmişlik düzeyini göstermek kisvesi altında, Yıldız Sarayında, özel bir opera salonu yaptırmıştır. İlk düşündüğü kendi güvenliği idi. Ne de olsa serde “hafiyecilik” vardı!… İkinci neden halkla pek iç içe olmayı da sevmiyor, rahatsız oluyordu. Hele hele klâsik müzik dinlerken! Zira,“Koca padişaha bakın… İşi gücü bırakmış opera dinleyip keyfine bakıyor!” laflarının halkın ağzında dolaştığını “hafiyeleri “hemen ona ulaştırıyorlardı!  Dedikodulardan rahatsızdı. Özel salonda tek başına opera dinleyip bale seyretmek varken ne diye, dalga geçen bakışlarla gecelerini zehir etsindi ki? Aynı istenmeyen tablo, Pera’daki salonlara gitmesi halinde de ortaya çıkacaktı. Üstelik oralardaki salonlarda güvenlik de yoktu! Ramazan ayı dışında, hemen hemen her hafta yapılan konserler halka ilân edilmiyor, o a dışarıdan kimseyi davet etmiyordu. Bu nedenle, Alman İmparatoru’nun İstanbul’u ziyaret edecek olması vesile oldu ve “Osmanlı’nın ne kadar Batı’ya yönelik olduğunu göstereceğini” bahane ederek, borç içindeki Osmanlı Maliyesine kaça patlarsa patlasın hiç düşünmeden bu salonu yaptırdı.

Konserlere müdahale etmesi ve meşhur sansür listesi

Başta opera ve bale olmak üzere evrensel müzik kültürü artan II. Abdülhamit’ çalınacak veya oynanacak eserin tek seçicisi idi.  Bu nedenle  LaTraviata, II Travatore ya da Bellini’nin Norma operası her ay en azından birkaç defa çalınıyordu. Ama işin kötü tarafı, zamanla, seçtiği eser çalınır veya oyun oynanırken, o günkü psikolojisine göre emirler yağdırmaya başlayarak verdiği kararı değiştirmeye başlamış ve lâf gelişi La Traviata çalınırken ansızın “Rigoletto”nun çalınmasını istemeye başlamıştı. Veya “tamam konser veya oyun bitti, perdeyi kapatın!” emrini verebiliyordu! Bir konser salonunda “çıt”  çıkmaması gerektiğini bilen II. Abdülhamit, bu tür emirlerini hınca hınç bir salonda nasıl verebilecekti?  Mümkün mü? Tabii sarayda özel bir salonun olması bu açıdan da işine geliyordu.
Bir başka konu da meşhur sansür olayı idi. Öncelikle çalınacak veya oynanacak eseri padişah kendisi seçtiğinden sansür daha seçim aşamasında başlıyordu. Padişah, bildiği eserleri seçiyor, kuşku uyandıran eserlere kesinlikle yer vermiyordu. Kaldı ki, seçilen eserlerin metni de bir hafiyeler heyeti tarafından ciddi anlamda kontrol ediliyor ve içinde “ihtilâl”, “kralın ölümü” veya “ asılması” gibi tehlikeli sözcükler geçen eserlerin sahneye konması önleniyordu. Örneğin, çok sevdiği Verdi’nin Maskeli Balo ve Don Carlos Operası, metinlerinde “ölüm” veya “kralı devirme” sözcükleri geçtiği için oynanması yasak eserlerdi. Aynı şekilde, Yıldız, Kıbrıs, dinamit, hal, Makedonya, hürriyet, grev, anarşi, vatan, ihtilâl, Girit, infilak, eşitlik,  Bosna-Hersek sözcüklerinin geçtiği eserler de sahnelenmiyordu. Tabii ki tüm öpüşme sahnelerinin oynanması doğal olarak en başta gelen yasaktı… Sanatçıların sahnede Sultana arkalarını dönmeleri de yasaktı, sahneyi geri geri giderek terk ediyorlardı. Tüm konser veya oyunun bir buçuk saatte bitirilmesi şarttı.

Opera sahnesi bir ödüllendirme sahnesiydi…

Konser programlarının padişaha göre ayarlandığı ve icra edildiği sarayın bu halktan mümkün olduğunca gizlenen sahnesi, yıllar geçtikçe bir “ödüllendirme sahnesi” haline dönüştü. Avrupa’dan gelen her sanatçıya para, altın, nişan, mücevher gibi hediyeler veriliyor ve II. Abdülhamit de, halkın dediği gibi keyifli bir hayat yaşıyordu. Hoşlandığı eserler daha ziyade iki sesli armonisi olan basit ve romantik eserlerdi. Başta La Traviata olmak üzere, İtalyan operalarından aryalar, Chopin’in noktrünleri, Brahms’ın Macar dansları, Rus halk ezgileri en sevdiği eserlerdi. Auer, Öevski, Gorlenko bu ödüllerden nişanları alan müzisyenlerdi. Abdülhamit’in şikayeti ise, Selanik’e sürgüne gönderildiği yıllar içinde kurduğu bu özel, kişisel düzenin bozulmasıydı.
Sonuçta, II. Abdülhamit’in evrensel müziğe olan sevgisi, “Tanzimat sonrası Osmanlı seçkinlerinde görülen ve “ülkenin batı dünyasında yer aldığını gösteren” sahte bir “müzik sever olarak” gösterme çabaları olarak yorumlanması, nasıl nitelendirirse nitelendirilsin, Osmanlı döneminde opera ve balenin gelişmesine katkısı olduğunu kabul etmek gerekir. Ama ne yazık ki, halka yönelik olarak değil, sadece kendi çıkarlarına ve zevklerine uygun olarak!
 

II. Abdülhamit döneminde Osmanlı’da opera ve balenin gelişimi
Yorum Yap

Yorumlar kapalı.