
Global çıkarlar ile yerel yansımalarının veya gerçek ile algının birbiri ile çarpıştığı bir politik dönemden geçiyoruz. Bize uzak ya da bizimle alakasızmış gibi görünen pek çok tartışmanın ortasında kendimizi bulmamızı buna bağlamak lazım.
II. Dünya Savaşı’nın ardından kurulan düzen çökerken, diğer yandan da yeni filizlenen güçler de bu kaotik güç dengesinde kendine yer arıyor. Durmadan önümüze gelen bu küreselcilik nedir, ne menem bir şeydir denildiğinde ise doğru dürüst bir cevap bulmak mümkün değil.
Küreselcilere göre küreselcilik, tüm dünyanın ticaret ile zenginleştiği, herkesin de birbirine muhtaç olduğu için de kardeş kardeş yaşamak zorunda kalacağı, ulusal devlet ve sınırların kalmayacağı ve sıkı durun, gümrük ve verginin olmayacağı dünya çapında bir düzen. Hatta tüm dünyanın tek bir elden idare edileceği bir ütopya.
Peki gerçek böyle midir?
Liberalizmin her çöküşünde devlet yardımı ile ayağa kalkması ama serbest piyasa diye de durmadan homurdanması gözümüzün önünde dururken, küreselcilik bunu nasıl başaracağını pek de söyleyemiyor. Karda serbest piyasa ama yatırım ve vergiye geldiğinde devlet desteği talep eden uluslararası şirketlerin hemen hepsinin, bugün bazı devletleri aşan servet ve hacimlerinin aslında devlet desteği ile oluştuğunu kimse konuşmuyor. Rusya’yı bile kandırıp, özel ordu kurduran bu anlayış bir yandan da “şiddet kullanma ayrıcalığını” da kendinde toplamak istiyor. Nitekim Wagner Moskova’ya yürürken, ancak Moskova’nın aklı başına gelebiliyor. Şirket Devletleri’nin benzerlerini 20. yy.’a kadar Güney Amerika’da ve hatta 18-19 yy.’da Asya’da gördüğümüze göre sonucunun da ne olacağını tahmin etmemek mümkün değil.
Diğer taraftan küreselcilik, pazar bütünleştirme gibi bir amaçla olabildiğince homojen bir tüketici gurubu bununla beraber de Fransız düşünür Baudrillard’ın deyimi ile de “travesti toplum” oluşturmaya çalışıyor. Ontolojik olarak aynılaşmış fakat fenomenolojik olarak farklılaşmış bir büyük kitle. Görüntüde farklı ve renkli fakat içeriği sığ ve benzeşen bir kültürel “ortak payda” … Marjinal olanın olağan, olağan olanın ise marjinal olduğu bu sistemde, tüketimin şişirilmesi için bir “toplumsal ergenlik” mutsuzluğu ve tatminsizliği pompalanıyor. Kapitalizmin temelinde yer alan tutumluluk, tanrı korkusu, mütevazılık gibi değerler yerini “eski düzen”in gösteriş, sosyal sorumsuzluk, savurganlık gibi davranış ve tutumlara bırakıyor. Üretimin kompartımanlaşması artık ülkeden ülkeye ayrıldığı için, kapitalizmin bireylerce yaşanan yabancılaşması daha geniş ölçekte kitlelerin yabancılaşmasına dönüşüyor. Kapitalizmin tüm hasarlı hücrelerinin kansermişçesine bu yayılışını görmezden gelen kesimler ise bundan tam da kendilerinden beklenen tepkiyi vererek bundan bir “özgürlük” paradigması oluşturarak, pusulasını kaybetmiş bir biçimde bu yabancılaşmaya koşmaktan keyif alıyor.
Küreselleşmenin önceki dalgalarının emperyalizm ve kolonileştirmeye yol açtığını unutmuşçasına şimdinin “sosyalist”leri, uygun adım küreselleşme yandaşlığına girişiyor. “Siz uçak yapmayın, biz yapacağız” diyemeyen küresel güçler, bunlara “biz uçak yapamayız ki bizim o kadar aklımız yok.” dedirtiyor.
“Sizi kültürel hegemonyamız altına alacağız” diyemeyenler, bunlara “kahrolsun doğu ve ona ait her şey, yaşasın batı” dedirtiyor.
Bretton Woods ile soyulan ekonomilere dikkat edilmemesi için, yine bu cenahlara aralıksız kendi idarelerine “yediler, bitirdiler, soydular” ya da “battık, batıyoruz, az daha gayret edersek batarız…” propagandası yaptırılıyor.
Mankurtlaştırılan yani kimliksizleşen, bilinçsizleşen ve köleleşen bu aklın bugün küreselciliğin zombie ordusu haline geldiğini fark etmemek gerçekten zorlaşıyor.
Yorumlar kapalı.