Ahmet Tolgay

Lefkoşa 1873…





Yıl 1873… Kıbrıs, Osmanlı yönetiminin son yıllarında… 5 yıl sonra 1878’de ada İngiliz yönetimine geçer. İşte İngiliz yönetimine tam da 5 kala Kıbrıs’ı ziyaret eden ve bu ziyarette edindiği gözlemleri yazarak sonsuzlaştıran seyyahlardan biri de Arşidük Louis Salvator…
Avusturya imparatorluk ailesine olan akrabalığı dolayısıyla “Arşidük” unvanını taşıyan Louis Salvator, 1872 yılının Aralık ve 1873 yılının Ocak ayları arasında Kıbrıs’ta sadece bir yıl kalabildi ve sayılı günlerini de genellikle Lefkoşa’da geçirdi. Bu nedenle, 4 Ağustos 1847 doğumlu Arşidük’ün gözlemleri Kıbrıs’ın başkentine dair.
Avusturyalı soylu seyyah, o günlerdeki adını “Levkosia” olarak bellediği Kıbrıs’ın başkentini ayrıntılı olarak coşkuyla anlatmış. Anlatımında yazıyla yetinmedi, tariflerini siyah kalem çizimlerle de destekledi. Bir buçuk yüzyıl önceki Lefkoşa’dan “gözlerimi kamaştıran mükemmel panorama” diye söz etmektedir… Bu panoramayı şekillendiren surlar, yapıların iç ve dış mimarileri, camiler, mezarlar, kiliseler ve manastırlar, kamu binaları, hamamlar, hanlar, pazarlar, sosyal ve ekonomik yaşam Louis Salvator’un günlüklerinden günümüze dek ulaşırken, Lefkoşalılar olarak, alabildiğine zengin kültürlü ve bir o kadar da gizemli bir kent üzerinde yaşadığımızı bir kez daha duyumsarız.
***
Yazarın kadim kent Lefkoşa’mız hakkında yazdıklarının ayrıntılarını okumak mı istersiniz?.. Galeri Kültür Yayınları “Kıbrıs’ın Başkenti Levkosia” adlı 88 sayfalık kitapta Salvator’un Lefkoşa gözlemlerini toplayarak kitaplıklarımıza kazandırmıştır… Kıbrıs’a dair ve bir çırpıda okunabilen önemli bir belgesel… Kitabın editörlüğünü R. Halluma, Almanca’dan Türkçeye çevirisini ise Vur Yektaoğlu yaptı. Bu kitabı kitaplığınız için mutlaka temin ediniz… İçten tavsiyemdir…
***
12 Ekim 1915’te 68 yaşında ölen Arşidük Louis Salvator, Lefkoşa ile ilk karşılaştığında edindiği gözlemleri şöyle sunar:
“Bir dizi hoş tepeyi geçtikten sonra, Levkosia, ince gövdeli hurma ve minareleriyle, çorak bir düzlüğe oturmuş, geniş gövdeli, ince ağızlı bir şişe gibi görünür. Arka planda resimmiş gibi duran sıra dağlar ile buket halindeki portakal bahçeleri ve palmiye ağaçları, yeşil örtüsü olmayan bu ülkede, duvarlar tarafından çevrilmiş, insan elleriyle çerçevelenmiş bu vaha, Arap gecelerinden bir rüya gibi algılanır.”
Kentin onu çevreleyen nesnelerle çelişkisinin büyük olduğunu nakleden Avusturyalı seyyah, kentin içindeki nesnelerin birbirine olan zıtlığının ise daha büyük olduğuna parmak basıyor. Sözünü ettiği çelişki ve zıtlıklar için ise şu açıklamayı yapmakta:

 

“Bu antik klâsik topraklarda, üzerine Hilal oturtulmuş Gotik mabetlerin yanında Venedik istihkâmları var. Türkler, Yunanlılar ve Ermeniler iç içe yaşıyorlar. Aslında yürekten acılı düşmanlar, sadece doğdukları toprağa olan sevgileri yüzünden birlikte yaşıyorlar.”
Arşidük’ün gözlemlerindeki Lefkoşa, 1567 yılında Venedikliler tarafından yapılan ve kentin çevresinde üç mil uzunluğu olan surların ortasındaki yaşama dairdir. Kuşkusuz ki o dönemde Lefkoşa henüz surlar dışına taşmamıştır. O zamanki adı “Pidias” olan Kanlıdere’nin Baf Kapısı’nın altından girip Mağusa Kapısı’nın altından dışarıya aktığını anlatan yazar, kışları taşan bu nehrin kente zarar verdiğinden ve sular yükseldiğinde Baf Kapısı’nın kapatıldığından söz etmekte.
Başkentin deniz niteliğindeki muazzam bir su kaynağının üzerinde oturduğunu bu gözlemlerde nakledilenlerden anlıyoruz. Genellikle evlerin su ihtiyacı avlularda açılan kuyulardan bolca sağlanmakta, evinde kuyu açamayan yoksulların suyu ise eşekler tarafından kapılara dek taşınmaktadır. Lefkoşa, hurmaları, narenciye ve sebze bahçeleri, meyve ağaçları bol olan bir kentmiş. Halkın bu bolluktan ticaret yaparak kazanç  elde ettiğini, gelirin yüzde onunun vergi olarak yönetime ödenmesinden öğreniyoruz. Arşidük Louis Salvator, kentin 20 bin olarak belirtilen resmi nüfusunu kuşkuyla karşıladığını gizlemiyor. Çünkü kadınlar nüfustan sayılmazmış!..
Türk ve Rum evlerini ziyareti ihmal etmediğini de bu evlerin iç yapısı ve yaşamı hakkında verdiği bilgiden anlıyoruz. Mutlaka iç avlulu olan Türk evleri genellikle kerpiçten ve daha sade, Rum evleri ise tuğladan ve daha lüksmüş. Ama Türklerle Rumların ikram usulü hemen hemen aynıymış. Lefkoşalılar ziyaretçilerini konukseverlikle karşılar, onlara çeşitli macunlar ve şuruplar ikram ederlermiş. İkramı en sona saklanan kahvenin “ziyaret süresi doldu, hadi güle güle” gibi bir anlamı varmış. Mesajı almayanlara hemen bir kahve daha ikram edilirmiş. Ya da ev sahibi hoşlandığı bir ziyaretin uzatılmasından yanaysa, kahve ikramını geciktirdikçe geciktirirmiş… Bugünün çok hareketli Lefkoşa’sında konuklara aceleyle ilk ikram edilen kahve olduğuna göre, bunun anlamı ne olsa gerek?!..

Lefkoşa 1873…

Yorumlar kapalı.