Oğuz Metiner

Cuma Sohbeti





İlâhi huzura ermek için

   İnsanlar çeşitli kısımlara ayrılır. Bunlardan bir kısmı yaratılıştan kâmil ve kusursuz olanlardır. Yahya a.s. gibi hiçbir günaha meyletmemiş ve hiçbir günah işlememişlerdir. Bir kısmı ise günaha meyletmiş veya günah işlemiş olsalar bile, “mücahede” ve “riyazet”le huylarını değiştirip nefislerini ıslah etmişlerdir. Böylece günahlardan korunmaya çalışmışlardır.

   Mücahede, nefsin arzularına boyun eğmemek; riyazet ise nefsin arzularına boyun eğmemenin yanında salih amel işlemektir. Buyuruluyor ki: Bir insan nefsinin sıfatlarını dinimizdeki itidal derecesine getirdiği kadar kâmil olur.

   Ahlâkı güzelleştirmek için ilk olarak gazap ve şehvet kuvvetini aklın iradesiyle İslâm’a tabi hale getirmelidir. Buna ilaveten yaptığı ibadetlerden ve iyiliklerden zevk almalıdır. Islah işinde zevk almak şarttır. İbadete, Allah’a kulluk etmeye sevgi arttıkça nefsin açık ve gizli ayıplarını ıslah etmeye de güç artar.

   İbadetler kalbe tesir etmeli ve nefsin ıslahına vesile olmalıdır. Bir kimse senelerce ibadet ettiği halde kalbi düzelmiyorsa ibadetlerinden yeterince fayda elde edememiş demektir. Halbuki ibadetler nefsi dünya sevgisinden kesip Allah’a döndürmeye büyük vesiledir.

   Farz olan ibadetlerle birlikte nefsi ıslah etmenin en kolay yolu Allah’ın zikrine devam etmek ve haramlardan uzak durmaktır. Onun için, ders alan müride mürşidi ilaç olarak sabır ve metaneti tavsiye edebileceği gibi, zikretmesini de emredebilir.

   Zikretmek sevabı olan faziletli bir iştir. Bunun yanında nefsi ıslah eden ve güzel ahlâka yönlendiren tarafı da vardır. Nakşibendiye yolundaki bütün usuller, yani sohbetlere devam, hatme-i hacegân yapılması, namazların cemaatle kılınmasına ve gece namazlarına verilen önem, din ve tasavvuf hakkında bilgilenmek gibi hususlar, nefsi yavaş yavaş dünya lezzetlerinden keser. Bunun sonucunda ibadetlerden zevk almak insanın tabii hali olur.

   Şah-ı Nakşibend k.s. Hazretleri şöyle buyurmuştur: “Bu yolda en mübarek amel yoldaki taşı kaldırmaktır.” Yoldaki taş, ibadete mani olan nefstir. Bunun için de her şeyden önce kötü arkadaşları terk etmek gerekir.

   İlâhi huzura ulaşmanın dört yolu vardır. Bunların ilki kapı kapanmadan önce tevbe kapısından geçmektir. Tevbe kapısının kapanması artık yapılacak tevbelerin kabul edilmemesidir ki, bu da iki durumda olur: İlki insanın ölümündeki tevbesizlik halidir. Nefsin azgınlaşmasıyla tevbe etme imkanı elden kaçırılmıştır. İkinci durum ise kıyametin kopmasıyla tevbe kapısının artık tamamen kapanmasıdır.

   İlâhi huzura ulaştıran ikinci yol ise “tehzip”tir. Yani hayatını çirkin işlerden temizleyip hayırlı ve güzel işler yapmayı adet haline getirmektir.

   Üçüncü yol istikamettir. Bir müminin yapmış olduğu amellerde dininin belirlediği çizgiden ayrılmaması istikamettir. Yalanı, gıybeti terk etmek, namazı kazaya bırakmamak, orucu bozacak ruhî ve bedenî hallerden kaçınmak gibi. Tasavvuf terbiyesinin gayesi de insanın istikamet sahibi olmasını sağlamaktır. Bu makamda yalan yerine doğruluk, şehvet yerine iffet, gazap yerine şecaat, öfke yerine merhamet, menfaat temini yerine beşeriyete hizmet gelir.

   Dördüncüsü “takrip”tir. Bu da sofilerin sohbet için veya hatme-i hacegân gibi ameller için bir araya gelmeleri demektir. Yani aynı yolun yolcularının bir arada olması, birbirlerine destek vermeleridir. Bir arada olmanın en büyük faydalarından biri bilgili olanlardan istifade ederek din ve tasavvuf hakkında doğru bilgileri edinmektir.

   İslâm ve tasavvuf hakkında doğru bilgileri edinip her türlü bid’at ve hurafelerden uzaklaşarak amel etmek ise nefislerin ıslahı için en temel şarttır. Ancak böylece Rasulullah s.a.v. Efendimizin bildirmiş olduğu din zevkle, coşkuyla yaşanabilir ve tasavvufun gayesi de gerçekleşmiş olur.

Cuma Sohbeti

Yorumlar kapalı.

Oğuz Metiner

CUMA SOHBETİ





Nasıl mutlu oluruz?

   Nasıl mutlu oluruz; hiç düşündünüz mü? En saf ve net haliyle; imanlı olarak! Allah’a iman, insanları başka hiçbir koşulda elde edemedikleri huzurlu ve mutlu bir yaşama kavuşturur. Mutluluğu ruha hissettiren Allah’tır ve Allah bu hissi yalnızca razı olduğu kullarına verir. Allah’ın rızasından uzak yaşayan birisi kendisini maddi sebepler kullanarak mutlu etmeye çalışabilir ve geçici bir süre için kendini mutlu hissettiğini de zannedebilir. Ancak bu kişi gerçekte bir aldanma içerisindedir. Allah’a iman edip, Allah’ın kalplerine indirdiği huzura kavuşmuş olan müminler, ‘gerçek’ mutluluğu yaşamaktadırlar ve diğer kişilerin mutluluk zannettikleri hislerin, anlık ve geçici heyecanlar olduğunun bilincindedirler.

   Modern dünya, sunduğu maddi manevi tüm olanaklarla insanlığa mutluluk vaat etmektedir. Ancak inanç dünyasından ve manevi değerlerinden giderek uzaklaşan çağımız insanı, mutluluk arayışına dair sunulan şeylere ve elindeki tüm imkânlara rağmen mutluluğu bulmaktan uzaktır. Bunun en önemli göstergesi, günümüzde gerek fiziki gerekse ruhsal birçok hastalıklar yanında; ümitsizlik, güvensizlik, yalnızlık ve yabancılaşma duygularının yoğun biçimde yaşanmasıdır. Öyle ki bu duruma, maddi refah seviyesi yüksek, gelişmiş ülkelerde daha çok karşılaşılmaktadır.

   İman insanda yaşama sevgisi, hayata bağlanma duygusu meydana getirir. İman eden insan, hayata ve varlığa hoş bakar, hayatın Allah’ın bir lütfu olduğuna inanır, doğayı ve toplumu kendini bütünleyen bir parça gibi görür. Bu nedenle kendisine yüklenen misyon tamamlanıncaya kadar hayatına devam etmeyi bir görev sayar.

   İnsan nasıl mutlu oluruz; sorusunun cevabını bulabilmeli! İman, Müslüman toplumda hayatı düzenleyen en önemli manevi temellerden biridir. Allah’ın emir ve yasakları, iman eden insanın tüm yaşantısına yansır. Allah’a iman eden kimse yalnızlıktan kurtulur; her an Onun sonsuz rahmeti, ilmi, hikmeti, koruması ve gözetimi altında olduğunu bilir. Her an Ona sığınır, Ondan yardım bekler, kolaylık görür. Hareketlerini kontrol altında tutar, daima iyiye, doğruya, mükemmele yönelir; kötülüklerden uzaklaşır. Şu alemde kendini yalnız hissetmez, kendini yaratan, besleyen, kollayan ve gözeten bir sahibi bulunduğuna inanmakla rahat ve ferahlık bulur.

   Allah’a inanan insan, her şeyin dizgininin Onun elinde, her şeyin hazinesinin Onun yanında olduğunu, her şeyin Onun emri ve izniyle halledileceğini bilir. Sadece Ona güvenir, Ona bağlanır, Ondan yardım bekler. Hiçbir varlıktan da korkmaz, hiçbir şeye boyun eğmez, minnet etmez. Böylelikle iman, maddeye kul ve köle olmaktan kurtarır; insana yüksek şahsiyet kazandırır.

   Allah’a inanan bir insan aynı zamanda, hayatın bir imtihan, karşılaştığı sıkıntıların da bu imtihanın bir parçası olduğuna inanır ve bu noktada sıkıntılara göğüs germeyi, acı veren durumlara karşı sabretmeyi, hayatın zorluklarına karşı mücadele etmeyi temel karakteri haline getirir. Zira bunlar, Allah’a tam olarak inanmanın ve güvenmenin en önemli alametidir. İman insana yüksek bir kanaat duygusu verir ve onun meta ile mesafeli bir ilişki kurmasını sağlar. İnsanda kanaat etme duygusunu geliştirmesini, onun azla yetinmesini destekler. Böylece kişiyi eksiklenerek bunalıma itecek durumlara düşmekten kurtarır.

   İçimizi dolduran Allah sevgisi bizi daima güzel işler yapmaya yöneltir. Allah’a inanan kişi kendisini sürekli görüp gözeten bir yüce yaratıcının bulunduğunu düşünür. Yaptıklarından sorumlu olacağını ve bir gün hesap vereceğini düşünür. Bu düşünce onu kötü şeylerden uzaklaştırır, kimsenin gönlünü kırmaz, herkese sevgiyle yaklaşır. Allah’ı tanıyıp seversek, mutlu ve huzurlu oluruz. Yüce Allah Kur’an’da şöyle buyurur:

   “Kalpler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur.” (Rad, 28. Ayet)

   Allah’a olan sevgimizden dolayı insanları ve onun yarattığı bütün varlıkları severiz. Bu büyük ve kapsayıcı sevgi elbette ne bu dünyada ne de ebedi dünyada karşılıksız kalmayacaktır. Dolayısıyla artık bizler de nasıl mutlu oluruz sorusunun yanıtını bulmuş sayılırız.

CUMA SOHBETİ

Yorumlar kapalı.

Oğuz Metiner

CUMA SOHBETİ





Her insanın tenkit edilebilecek bir tarafı mutlaka vardır

Hatasız kul olmaz

 

   Kabul etmek gerekir ki, insanın olduğu yerde hatalar da mümkündür. İnsanları hatasız kabul etmek ve ona uygun davranışlar geliştirmek pek de sağlıklı değildir. “Hatasız kul olmaz” sözü yaşanan bir gerçeğe işaret etmektedir. İnsanlar arası ilişkilerde bu ölçünün dikkate alınması, daha sağlıklı ve sağlam ilişkiler geliştirilmesinde oldukça önem arz edecektir.

   İnsanların her birinin güçlü tarafları var olduğu gibi, yine insanların her birinin zayıf tarafları da vardır. Böyle bir ölçüyle yapılacak yaklaşımlar daha sağlıklı sonuçlara ulaşılmasını netice verecektir.

   İnsanlar arası ilişkilerde zaman zaman yaşanan hayal kırıklıklarının, şaşkınlıkların, hatta düşmanlıkların altında insanları yanlış değerlendirme algısı bulunmaktadır.

Hüsn-ü zan; adem-i itimat

   İnsanlarla ilişkilerimizde çoğu kez ölçüyü kaçırmaktayız.

   Ölçüsü kaçmış muhabbet de, ölçüsü kaçmış düşmanlık da neticede insanlar arası ilişkilerde vahim sonuçlar doğuruyor.

   Burada ölçü, dostluğun da düşmanlığın da bir seviyesinin belirlenmesidir. Bugün dost olunan bir insanla öyle ilişkiler içerisinde ol ki, mümkündür ki bu kişi yarın senin düşmanın olabilir; yine bu gün düşmanın olan bir insana karşı, öyle ölçülü ilişkiler içerisinde ol ki, yarın bu kişi senin dostun olabilir.

   Oysa insan, içinin ısındığı, elektriğinin uyuştuğu ve iyi ilişkiler içerisinde olduğu ve birkaç da doğru davranışlarına şahit olduğu insanlara karşı hemen, ‘adem-i itimat’ kaidesini unutuveriyor.

   Yani her zaman insana karşı mutlak güven diye bir kaidenin olmadığını, açık bir güvensizlik kapısının bulunduğunu göz ardı etmemek gerekir. Yani buna içinde ‘acaba’ bulunan bir hüsn-ü zan demek daha doğrudur. Onun için de özellikle çok sevdiğimiz insanlarla, yakın akrabalarla olan ticarî ilişkilerin sonucunda çoğu kez hayal kırıklıkları dikkat çekiyor. Ölçüsü kaçmış muhabbetler, ‘açık kapı bırakılmamış’ güvenler beraberinde sarsıcı tokatları da taşıyor. Dolayısıyla bir zamanlar aşırı sevgi beslenen insanlara karşı, başka bir zaman aşırı tenkitler gerçekleştiriliyor.

   Onun için insanlar arası ilişkilerde yine peygamberî ölçüyü, hüsn-ü zan adem-i itimatı hayatımıza taşımak zorundayız.

Dostlarla olan alış verişlerin kuralı: Eşeğini sağlam kazığa bağlamak

   Yıllar önce çok yakın dost, bir alış verişimizde borç ödeme planı için senet imzalattığında önce biraz şaşırmıştım. “Böyle dostluk olur mu?” diye iç konuşmalar bile yapmıştım. Ama sonra yaşanan pek çok yakın akraba alış verişlerindeki ortaya çıkmış sonuçlarda gördük ki, her işin bir kuralı olduğu gibi, ticarette de, ticaretin kuralını işletmek oldukça sağlıklı ve sünnete uygun bir tarz.

   Onun için, kimsenin ne diyeceğine bakmadan, ‘adem-i itimadı’ dikkate alarak, özellikle de alış verişlerde şer’î kural neyi gerektiriyorsa, onun şartlarını yerine getirmeyi, yani alış-verişi; borç ve alacağı senet altına alma gibi adımları rahatlıkla atmak gerekmektedir. Bu tavır dostluğun ve kardeşliğin zedelenmemesi için oldukça gereklidir.

   Ayrıca aramızda bir alış-veriş olmamış, kendisiyle bir yolculuğumuz olmamış, birbirini yeterince tanıyacak ilişkiler bulunmamış bir insan hakkında, menfî veya müsbet yorum yapmak, sağlıklı bir sonuç içermeyecektir. Dolayısıyla böyle bir insanla müsbet veya menfî sonuçlar taşıyacak adımlar atmak isabetli olmayacaktır.

Adem-i itimadın yaşı yoktur

   Yakından tanımadığımız, ama hakkında abartılmış olarak bolca övgüler duyduğumuz, bundan dolayı da hüsn-ü zan ettiğimiz pek çok insan, biraz yakından tanındığında, o kişiyle biraz insânî ilişkiler içerisine girildiğinde, onun hakkında haddi aşan bir hüsn-ü zan taşındığından, o kişideki küçücük hatalar bile gözümüzde çok büyük bir hata imiş gibi algılanmaya ve değerlendirilmeye başlanmaktadır. Hatta sâir insanlara tanıdığımız toleransı o insan için kullanmayız. Belki de başkaları için normal kabul ettiğimiz davranışları onun için anormal kabul ederiz. Bu durum aslında o kişiye ciddî anlamda yük yüklemek olmaktadır. Evet, belki konumu güzel, seçkin ve olgun davranışlar gerektiriyordur, ancak bunu göremediğimizde de, karşılaştığımız şeyin bir insânî hal olduğunu hatırlamak ve ona göre adım atmak gerekmektedir.

İnsan her yaşta hata yapabilir

   Yaşla birlikte insanın bir takım davranışlarında olgunluk, tutarlılık, samimiyet, dürüstlük gibi sonuçlar daha çok beklenmektedir. Ancak bu her zaman böyle değildir. Genç yaşlarda olgun davranışlar görülebileceği gibi, ileri yaşlarda da yaşına uygun düşmeyen davranışlar görülebilir.

   Orta yaşların üstüne çıkmış insanlarda bile zaman zaman hırs, kin, dargınlık, küskünlük, yalan, faiz gibi dinimizin de yasakladığı bazı çirkin tavırlarla karşılaşmak mümkündür. Bu aslında bizim arzu etmediğimiz, görmek istemediğimiz tutumlardır, ancak bizim arzumuz, davranışın olmamasına sebep değildir. Böyle durumlarda da yapmamız gereken kişi hakkındaki bu olumsuzluğu yaymak değil, onu bir şekilde tamir etmek/etmeye çalışmak olmalıdır.

   Netice itibariyle, hüsn-ü zan adem-i itimadın her yaşta dikkate alınması ve her işin kuralına uygun yapılması; hem dinin, hem de o işin bir gereği olarak dikkate alınmalıdır.

   Bu kaide dikkate alınmadan atılmış adımlar sonucu oluşmuş mağduriyetlerde de faturayı sadece muhataba yazmak değil, en az onun kadar bu durumun oluşmasında etken olan kişinin kendisine de yazması, bir hakkaniyet yansıması olacaktır. Yani başa gelen musibetlerde kaderin bir hissesi olduğu gibi, mağdur olan kişinin de şer’î kuralı dikkate almaması sonucu bir menfî katkısı söz konusu olabilir.

   Evet, tekrar edelim ki, her insanın alkışlanabilecek bir tarafı mutlaka var olduğu gibi; yine her insanın tenkit edilecek bir tarafı da mutlaka vardır. Ama biz hayatı yaşarken mutlu olmak ve mutlu etmek için insanların daha çok ‘alkışlanabilecek’ taraflarına bakmalı ve onları büyütmeliyiz.

CUMA SOHBETİ

Yorumlar kapalı.

Oğuz Metiner

CUMA SOHBETİ





Her şey para değildir 

   Modern zamanların beşeri en büyük telaş ve gayesi paradır, para kazanmaktır. Bu illet o hale gelmiştir ki insanlar haram – helal ayırt etme ihtiyacı dahi duymadan, insani değerleri ve maneviyatı bir kenara bırakarak daha fazla para ve daha lüks yaşamlar peşine düşmüş ama bu arada kendilerinden sermaye olarak daha güçlülerin para tuzaklarına düşmüş olduklarının farkında dahi olmayarak o patronlara para kazandırır hale gelmiştir.

   İhtiyaç fazlası olarak kazanılan, elde tutulan veya israf edilen paranın tamamı hak ve helal değildir, başkalarının hakkıdır. Bu çoğu zaman dikkatlerden kaçırılır ve servet biriktirme sevdası kalpleri esir alır. Sonrası daha fazla ev, daha konforlu araba, daha pahalı kıyafetlerdir ve para yine daha zenginlerin kasasına geri döner. O paradan yoksunlar ilk baştaki gibi yine yoksun ve muhtaçtır. Ortadakiler parayı bulmuş ama kaybetmiş, tepedekiler her zaman zengindir.

   Oysa her şey para değildir, para da her şey değildir.

   Maneviyat, para ile satın alınamayacak değerlerdir ve cüzdanda veya elde değil kalpte taşınanlardır. Bu hissiyat kulun gerçek yaşam değeri ve kıymetidir. Varoluşun gayesi, sınavın asli sorusu ve ahiret hesabına esas en mühim kazanım olan maneviyat hayata Rahmani gözle bakabilmek ve iyilikler için, gaybı bilerek nefes alıp vermektir.

   Paranın fani alemde servet ve makamlar sağlaması ama maneviyatın beşeri kazanım getirmemesi sebebiyle akıllar sürekli cüzdanlara kayar ve sanki hava veya su gibi vazgeçilmez kılınan para hayatın tam merkezine otururken maneviyat kenara itilir ve kul sadece bu dünya için yaşar hale gelir.

   Para, aile ve hatta kardeş ilişkilerinin arasına dahi girebilmiş, nifak tohumları ekerken, nefisleri esir almıştır. Ölen babanın ardından kardeşlerin miras paylaşmak adına sergilediği çirkinlikler buna misaldir ve merhumun cenazesi kaldırılmadan yapılan bu hak talepleri nefislerin nasıl terbiyesiz olduğuna da delildir.

   Paranın ahirete götürülemeyeceğini, paranın muhtaçların hakkını da içerecek vaziyette bizde emanet bulunduğunu, rızkı verenin sadece Allah olduğunu kâğıt üzerinde herkes bilir. Ancak fiiliyatta para, tüm kıymetlerin üzerindedir ve ahiret azığı olarak anılan iman, iyi niyet, ibadet, ahlak, salih amelin de önüne geçerek hatta bu manevi hisleri kazanma ve biriktirme uğruna araç ederek insanı maddeleştirendir.

   Para, servet yığma şeklinde gelen kibir ve büyüklenme sebebiyle, sahibini ezmeye ve zulmetmeye zorlar, muhtaçlardan üstün görünür hale getirir ve ötekileştirmeleri kışkırtır. Bunun sayısız zararı vardır ki iman kardeşliğinin aldığı yara ilk sıradadır ve dahası zulüm üretir. Bu zulüm sadece muhtaçlara ve mazlum haklarına yapılan tecavüz ve gasplar yoluyla değil ama aynı zamanda kişinin kendisine ve fıtrata yaptığı haksızlık ve inançsızlıkla da ortaya çıkar. Kur’an tüm düzen ve değerleri altüst eden zulme aslen bu nedenle karşıdır, düşman edinmiştir.

   Paranın en büyük zararı ise elbette imanla verdiği mücadeledir ve maalesef ahir zamanda para galip gelmek üzeredir. Çoğu insan için karın doyurmayan olarak tanımlanabilen iman, ruhun gıdası, yaşamın gayesi ve sınavın katsayısı en yüksek sorusu olduğu halde, kandırılmış aç nefisler sebebiyle para tüm değerlerin üzerine neredeyse oybirliği ile çıkarılmış vaziyettedir.

   Durum böyle olunca da o parayı kazanmak, muhafaza etmek ve artırmak için tüm yollar mübah kılınır, haramlar helalleştirilir ve hak yenilmesine aldırmadan başkalarının cüzdanlarına uzanılır, başkalarının emeğinin karşılığı olan paralara da el konularak sayısız zulüm üretilir ve ahlaksız, amelsiz, niyetsiz toplumlar oluşur.

   Bu paraya esaret aynı zamanda para sahiplerine esareti de beraberinde getirir ve makam sağlayan, ihale veren, para bahşedenlere biat farz olur, o servetle şımarmış kodamanların zulümlerine bile destek olunur ve mevcut statülerin değişmemesi, paranın kaçmaması adına tüm günahlara alkış tutulur, din dahi para kazanmak adına silah ve reklam aracı olarak kullanılır hale gelerek, bırakalım iyilik ve güzellikleri, en temel farzlar dahi göz ardı edilir.

   Dinin dahi bu kirli amaçlar uğruna alet edildiği toplumlarda madencilik ve sözde akılcılık maneviyat ve ruhaniliğin önüne geçer ve akıllar görmediğine inanamaz hale gelerek tamamen körelir.

   Anlaşılacağı üzere paraya tapma hadisesi sadece bir küfür olarak asla kalmaz ve kulu doğrudan şirke uzanan yollara mahkûm eder.

   Yani insan iyilik ve güzelliklerden mahrum olmakla kalmayıp aynı zamanda haram ve günahlara da dalarak şirke batar ve fıtratı, misakı, imanı unutarak kendisine yeni dinler icat eder. Bu noktada Hz. Peygamberin örnek Kur’an ahlakı ve yaşamı da bunlar için emsal teşkil etmez ve tüm varlığını infak ederek vefat eden Hz. Peygamber’in aksine onlar para biriktirmeye ve delaletle ecel geldiğinde hala zengin olmaya bakarlar. Çoğunu harcama fırsatları olmayacak o biriktirilen servetler muhtaçlara gitmemekle, zenginler arasında dolaşan bir süs olmakla zaten yakıcıdır. Bir de bunun uğruna hayatları ve imanı feda etmek hepten yakıcıdır.

   Kazançlar helal olmalı, helal maksatlara harcanmalıdır. Oysa görünen tabloda buna kıymet verildiğini söylemek gayet zordur. İstisnalar olsa da toplum kazanmanın her türüne âşıktır ve nefisler şeytandan gelen bu dürtmelere karşı koyamayacak kadar terbiyesizdir.

   Nefisler terbiye edilemeyince de kalplerdeki iman ateşleri sönük kalır ve bir zaman sonra söner gider. Din erdirici olmaktan uzaklaşır ve amaç haline gelir, riya ve gösteriş toplumu kaplar, gizli hırs ve şehvetler (gizli şirk vaziyetinde) gönülleri esir alır ve rekabet adına nice savaşlar verilirken bu savaşlarda da hile ve tuzaklara, fitne ve fesatlara sayısız kez müracaat edilir ki bu sayılanların her biri ayrı ayrı helak sebebidir.

   Para toplumları bu acınası hale getiren yakıcı cehennem ateşi olduğu halde insanların ona çokça saygı duyması elbette anlaşılır değildir ama bu imanın zayıflığının ve imanı paraya değişmenin en çetin göstergesidir.

   Parayı her şey kabul edenler için inanç ve hesaplar geçersiz ve hükümsüzdür. Bu ise hesap ve mizan dahil tüm ilahi sistem ve fıtratı inkardır ki bir ucu Allah’ı inkara (haşa) dayanır.

   Tevekkülü dahi kenara konan üç kuruşluk banka hesabına bağlayanlar için ahiret hesabı çetin geçecektir.

   Yani paraya ilah diye tapanların cenneti, bizlerin cehennem dediği yerdir ve herkesin Veli’sinden göreceği rahmet, o ilah yerine kabul edilenin verebileceği kadardır. Yani şeytanlar, para ve yatlar, altın kaplamalı sandalyeler ile yaşanan hayatların ilahları sahibine ancak dünyalıklar sunabilecek, iman, itikad ve itimat ile Allah’a yönelebilenler ise ahiretlikler ve aynı zamanda dünyalıklar kazanacaktır.

   Yani cennetler, cennetleri isteyebilenlerindir. Hesap sorucu olarak nefislerin yetecek olması da bu sebepledir. Rabbim kullarını paraya tapan müşriklerden eylemesin. Amin.

CUMA SOHBETİ

Yorumlar kapalı.

Oğuz Metiner

CUMA SOHBETİ





Dünya imtihan yeridir ,

   Dünya imtihan yeridir. İmtihan deyince hastalık, fakirlik, ölüm gibi acı şeyler akla gelir. Fakat imtihan sadece bunlar değildir. İnsan, sıhhat, zenginlik ve rahatlık ile de imtihan edilir. Hayır ya da şer, her şeyin içinde imtihan vardır.

   İnsanın dünya hayatında yaşadığı büyük imtihan Yüce Allaha kulluk ve dostluk imtihanıdır. Bunun için melekler ve cinler yaratılmıştır, peygamberler gönderilmiştir. İçimize nefs, karşımıza şeytan, önümüze helal ve haramlar konulmuştur. Sonra bütün bunların arasında bir tercih yapmamız istenmiştir. Önüne gelen her işte Allah rızasını seçenler, Hak katında en akıllı, en kazançlı ve en sevgili kullardır. İşlerinde haramı ve şeytanın tarafını seçenler, gerçekte en akılsız, en zararlı ve en sevimsiz kullardır. Bazen hayrı, bazen haramı seçenlerin işi ise Allaha kalmıştır. Onların kalbi hastadır, gönül huzuru yoktur. Ta ki tövbe edip haramlardan kurtulana kadar.

   İlk insanla imtihan başlamıştır, son insana kadar devam edecektir. Peygamberler dâhil, bütün mükellef insanlar bu imtihan meydanına çıkarılmış, akıllı olup buluğa eren herkes için imtihan başlamıştır. Bundan kaçmanın ve kurtulmanın imkânı yoktur. En iyisi gönül hoşluğu ile güzel olana katılmaktır.  Bu imtihanda her kulun kalbindeki iman kontrol edilir, niyetine bakılır, neyi niçin sevdiği belirlenir, hayattan beklentileri bilinir, yaptığı işler tespit edilir. Böylece lehine veya aleyhine deliller birikir ve sonuçta Yüce Allah herkese hak ettiğini verir.

   Bu imtihanla, mümin münafık birbirinden seçilir, Yüce Allah’ı sevenlerle dünyaya gönül verenler, hayırlara koşanlarla güzel işlerden kaçanlar birbirinden ayrılır, görevli melekler tarafından herkesin yaptığı yazılır. Ahrette kazanan da kaybeden de bir delil, sebep ve şahide göre sonuç alır. Hiç kimseye haksızlık edilmez.

   Peygamberlerin niçin acı ve hastalık çektikleri, insanlar tarafından hakaret gördükleri, yalnızlığa itildikleri, yurtlarından çıkarıldıkları, taşlandıkları, aç kaldıkları doğru anlaşılmazsa, insan vesvese ve fitneye düşer. Çünkü peygamber Allah’ın dostu ve elçisidir.

   Şeytan insana gelir ve: Yüce Allah, peygamberlerini niçin bu hallere düşürdü? Yerin göğün hazineleri O’nun ise, neden sevdiklerini aç bıraktı? Her şeye gücü yeten Allah, neden düşmanlarına fırsat verip peygamberlerini taşlattı? şeklinde vesvese verip kulu dininde fitneye düşürür.

   Hâlbuki bütün bunlarda pek çok hikmetler ve büyük ibretler vardır. İmtihanın manası, bilinmeyen şeyi tespit etmektir. Burada bilinmesi gereken şey, insanın içindekilerdir. İnsanın içini bilecek ve görecek olan Yüce Allah değil, insanlardır. Yüce Allah zaten herkesin gizli açık her şeyini bilmekte ve görmektedir. Bunun için ayet-i kerimede: Allah yolunda cihat edenlerinizi belirlemek, sabredenlerinizi tespit etmek ve haberlerinizi ortaya koymak için sizi imtihan edeceğiz. (Muhammed, 31) buyrulmaktadır.

   Bütün peygamberler, iman ve ahlâkta örnektirler. Yaradılışları tertemiz, kalpleri ilâhi aşk ve edeple doludur. Onlar, her halleri ile ilâhi ahlâki temsil eder. İşte onlardaki bu güzel hallerin ve yüksek ahlâkin gözükmesi için bir sebep gerekir. Aydınlığın tanınması için karanlığın lazım olduğu gibi. İnsandaki sabır seviyesi de acı hallerde belli olur. Edep, edepsiz insanlarla anlaşılır. Mertlik ve adalet, düşmanlarla ortaya çıkar. Takdire rıza hali, afet, dert ve hastalıklarda kendini gösterir. Allaha teslimiyet zor ve dar anlarda anlaşılır. Kısaca, ateşte yanmadan, altın cevheri ortaya çıkmaz.

   Bunun için Allahu Tealâ, Hz. Peygamber s.a.v. Efendimizin şerefli kalbindeki iman ve ilâhi aşkı ortaya çıkarmak için Onu en ağır ve acı imtihanlara tabi tutmuştur. Sıkıntı ateşleri içine salarak gönlündeki saklı sevgiyi, merhameti, sabrı, azmi, edebi ve diğer güzel halleri ortaya çıkarmıştır. Böylece Efendimiz s.a.v. Allaha dostluk yolunda insanlara örnek olmuştur.

   Bu yolun ne kadar kıymetli ve tatlı olduğunu çektiği çilelerle göstermiştir. İlâhi aşkın insana neler yaptıracağını, en şiddetli sıkıntı ve zorluklara gönül hoşluğu ile sabrederek ispat etmiştir. Onun günlerce açlık çekmesi, kavmi tarafından terk edilip yalnız bırakılması, hiç hak etmediği hakaretleri görmesi, taşlanması, hasta olması, yakınlarının ölüm acısını tatması, savaşlarda yaralanması, sevdiklerini şehit vermesi; evet bütün bunlar az önce belirttiğimiz hikmetler içindir.

   Allah Resulü s.a.v. Efendimiz, bunca sıkıntılar yanında, yerlerde ve göklerde hiç kimseye nasip olmayan bir heybet, izzet, şeref, itibar, sevgi, hürmet, iltifat, zafer ve devlete de ulaştırılmıştır. O, bunca nimetler içindeki imtihanı da en mükemmel şekilde vermiştir. Acılara sabrederek, güzelliklere şükrederek, her iki halde de büyük bir tevazu ve edebe bürünerek Yüce Allaha dostluğunu ve kulluğunu en üst seviyede yerine getirmiştir. Bütün peygamberlerin çektiği çileler bu manadadır. Onlar, Allah yolunda en acı ve ağır sıkıntıları bizzat yaşayarak, insanlara yol açmışlar, korkak ve tembel nefislerin kulluk yolunda engel gördüğü boş bahaneleri ortadan kaldırmışlardır.

   İman, Yüce Allah’ı tercih etmektir. Mümin, Yüce Allaha dost olmak isteyen kimsedir. Yüce Allah her müminden bu dostluğun gereğini istemektedir. Ayette, ben inandım diyen bütün insanlara: Sözde kalmayın, imanın gereğini yapın, sadık ve samimi olduğunuzu kulluğunuzla gösterin, Allaha kavuşmak isteyenler ölüme hazır olsunlar. (Ankebut, 2-5) uyarısı yapılmıştır.

   Müminin imtihanı şu üç alanda gerçekleşir: İbadetleri yerine getirmede, haramları terk etmede, bela ve musibetlere sabretmede.  Bunların özü ilâhi muhabbet ve samimiyettir. Allah dostu deyince bunlar akla gelir. Dinde boş davalara ve iddialara yer yoktur. Ben Allahın dostuyum diyenlerden dostluk istenir.

   Arifler demiştir ki: Bir kul, bütün ibadetleri yapsa, fakat bütün haramlardan sakınmasa, Allahın dostu olamaz. İşin aslı, kalbin Yüce Allah’ı sevmesi ve Onun rızasını her şeye tercih etmesidir. Mümin, kalbinin halini acı-tatlı her işte ve ibadette kontrol etmelidir. Namazda ihlâslı olduğu gibi, bir sıkıntıya sabrederken de ihlâslı olmalıdır. Bir günahtan kaçarken de Allah rızasını aramalıdır. Kuldan hastalık halinde edep, tevazu, rıza ve teslimiyet beklendiği gibi, sıhhat, afiyet, genişlik ve zenginlik halinde de ayni şeyler beklenmektedir. Kısaca imtihanın merkezi kalptir; kalpte aranan samimiyettir. Hedef, iç ve dışla Allaha yönelmektir.

   Bunun için ayette: Kötülükleri terk edip hakka dönmeleri için biz onları iyilik ve kötülüklerle imtihan ettik.(Araf, 168) buyrulmuştur.

   Allah dostlarından Süfyan es-Sevrî k.s. kadın velilerden Rabia Adeviyye k.s.nın yanına geldi. Sordu:

   – Her kulluğun bir şartı ve her imanın bir hakikati vardır. Senin kulluk şartın ve imanının hakikati nedir?

   Şu cevabı aldı:

   -Ben Allahın ateşinden korkarak Ona ibadet etmem. Yoksa efendisinin korkusundan ona itaat eden hizmetçi gibi olurum. Ben cennet muhabbeti ile de kulluk etmem. Böyle yaparsam, kendisine bir şeyler verildiğinde efendisine hizmet eden hizmetçi gibi olurum. Ben ancak Yüce Rabbimi sevdiğim ve Ona kavuşmak istediğim için ibadet ederim. (el- Mekkî, Kûtul-Kulûb)

   Allah Teâlâ, cenneti çok kıymetli ve şerefli yaratmıştır. Sevdiklerine cemalini orada seyrettirecektir. Bu hedefe yönelen müminlerden gayret ve hasret beklemektedir. Bunun için cennet yolunun başı acı, sonu tatlı yapılmıştır. Allahın razı olduğu işleri nefs istemese de, müminin aklı ve imanı güzel bulup peşine düşmelidir.

  Nefse günahların çekici, hayırlı işlerin zor gelmesi, imtihanın en zor yanıdır. Aslında işin tadı ve sırrı burada gizlidir. Allah Tealâ, benim yolumda sizden öncekiler gibi çile ve zahmet çekmeden cenneti beklemeyin diyor. (Bakara, 214)

   Allah yolunda çekilecek çilelerden birisi de, Allah için sevilen müminlerin sıkıntılarına sabredip, dostluğu bozmamaktır. Bunda hem gönlü, hem de cenneti kazanmak vardır. İnsanın en büyük imtihanı yakınlarıyla olur. En büyük sıkıntı tanıdıklardan gelir. Çünkü onlarla paylaşılan bir hayatla birlikte birçok haklar vardır. Cennetlik müminlerin en belirgin vasfı, geçimi zor insanlara yumuşak davranmak, onları Allah için idare etmek, kalbinde hiçbir mümine kin, haset ve intikam hırsı taşımamaktır. İnsanların yükünü çekmek ve onlarla güzel geçinmek, peygamberlerden kalan en faziletli ve en gerekli sünnettir.

CUMA SOHBETİ

Yorumlar kapalı.

Oğuz Metiner

CUMA SOHBETİ





Hakiki ve sahte dostluklar…

   Dost vardır insanı nara götürür, dost vardır insanı nura götürür. Dost vardır yılan gibidir; zahiri rengi rengârenktir, güzeldir ama içi zehir doludur. Dost vardır sana kamburdur, yükünü ağırlaştırır, dost vardır yükünü, kederini hafifletir. Dost vardır; dostluğu her gün ahiretine bir şeyler kazandırır, dost vardır cehennemine her gün odun toplatır. Dost vardır; her şeye rağmen dosttur, dost vardır dostluğu çıkar ve menfaate dayalıdır.

   Günümüz dünyasının insanın en fazla ihtiyaç duyduğu şeylerden birisi gerçek dostluk ilişkisidir. Komşuluk, akrabalık, iş arkadaşlığı, yol arkadaşlığı, inanç ve dava arkadaşlığı ve hatta hayat arkadaşlığında bile genelde sahteciliğin, riyanın, çıkar ve menfaatin kol gezdiği bir zaman dilimini yaşamaktayız.

   Güvenden, inanmaktan, sevgiden, dayanışmadan, samimiyetten, birlikten, aynı davayı savunmak ve paylaşmaktan, aynı yolu yürümekten mahrum ilişkilerde ve birlikteliklerden uzak diyaloglarda insanın hayır görmesi ve huzur bulması zaten mümkün değildir. İnançlı ve ahiret kaygısıyla yaşayan her insan içinde menfaatin ve çıkarın, sahtecilik ve yapmacılığın olmadığı bir dostluk, bir ilişki ile karşılaşılınca da, insan kaybettiği bir cevherini bulmuş gibi sevinmektedir. Zira böyle bir dost cevherdir, çok sıcak bir havada susayan insana serin sudur, nefesi tükenip nefes için havaya ihtiyacı olan için havadır, karanlıkta olan için çıradır. İmam Ali (aleyhisselam) buyuruyor: “Seni baki yurda çağıran ve onun için amel etmen hususunda sana yardımcı olan kimse şefkatli dostundur.”(Gurer’ul Hikem, 8775)

   Günlük yaşamda huzur ortamının sağlanması ve korunması için gerçek dostlar bulmak ve var olan gerçek dostlar ile gerçek dostane ilişkilerin devamını sürdürmek gerekir. Hakiki dostlukların dostane bir şekilde devam etmesinin yolu fedakârlıkla orantılıdır. Dost dostuna her anlamda ayna olabiliyor ise bu dostluk samimi/dostane bir dostluktur demektir. Ayna seni olduğun gibi yansıtıyor ise sana iyilik yapmaktadır, senin dostundur. Ama ayna seni sen olarak değil de, farklı gösteriyor ise sana kötülük etmektedir ve kırılmayı hak etmektedir. İmam Ali (aleyhisselam) buyuruyor: “Sadık dost ayıpların hususunda sana nasihat eden, gıyabında seni koruyan ve seni kendisine tercih edendir.”(Gurer’ul Hikem, 1904)İmam Ali (aleyhisselam) buyuruyor: “Hikmet sahipleriyle otur ki aklın kemale ersin, nefsin şereflensin ve cehaletin ortadan kalksın.”(Gurer’ul Hikem, 4787)

   İslam dinine göre her müminin kendisine dost edinebileceği, oturup konuşabileceği, dertleşebileceği üç kişi vardır. Bunlar; “Refik, Sedig ve eğ”’dir. Yani dost dostuna ya “refig” olup refakat edecek ya “sedig” olup sadakat edecek yahut “eğ” olup uhuvvet edecektir. Bu üçünden başkasının dostluğu maddi ve manevi olarak zarardır, ziyandır, derttir, musibettir. Bu üç kavramın üçü de Kuran’da zikrolunmuştur.

   Refig kimdir? Hz. İmam Ali aleyhisselam şöyle buyuruyor; “Senin refigin ayıpların hakkında seni basiretlendirendir.”

   Sedig kimdir? “Sizin günaha düşmemeniz ve sürçmemeniz için daima sizi gözetleyendir.” Zira sizin günaha düşmeniz onu üzer, perişan eder. Bundan dolayı Sedig sizin günaha düşmenize asla razı olmaz.

   Eğ (uhuvveti olan) kimdir? “Senin elinden tutup manevi yollarda ilerlemeni sağlayan ve Allah’a ulaşmana vesile olan insandır.”

   Bu üçünün dostluğunda maddi, manevi, dünyevi ve uhrevi hayır vardır, bunlardan başkalarının dostlukları çıkar, menfaat, madde üzerine oluşan dostluklardır ve çıkar, madde ve menfaate dayalı dostluklar ahirette düşmanlığa dönüşeceği gibi dünyada zarardan başka bir şey doğurmayacaktır. Allah’u Teala şöyle buyuruyor: “Dostların bir kısmı, bir kısmına düşman olur o gün, ancak takvalılar müstesnâ.” (Zuhruf, 67)

   Ne mutlu gerçek dostu (refig, sedig, eğ’i) bulanlara, ne mutlu gerçek dostların kadir/kıymetini bilenlere ve dostunu kendisine ayna görebilenlere…

Selam ve dua ile…

CUMA SOHBETİ

Yorumlar kapalı.

Oğuz Metiner

Cuma sohbeti





Sevilmeye en layık olanı sevmek

Sevginin hakikati tüm güzelliklerin, nimetlerin ve ihsanların kaynağı olan Hak Teâlâ’ya duyulan sevgidir. Yüce Allah tüm yarattıklarına ilahi sevginin tohumunu dercetmiştir. Bu sevgi sebebiyle insan kendini sever. İnsanın kendisini sevmesi hakikatte kendisini yaratanı sevmesi demektir. Çünkü insan varlığının devamını ve kemalini sever. Bu da insanı Hak Teâlâ’nın sevgisine götürür. Kendisini ve Rabbini bilen varlığının devamının ve kemalinin kendisinden değil onu yaratandan olduğunu bilir. İnsanı yoktan var eden, yaşatan, en güzel kıvamda şekillendiren, olgunlaşmaya, iyiliğe ve güzelliğe giden yolları gösteren Yüce Allah’tır. Yoksa insanın kendi başına ne varlığı olabilir ne de varlığının kemal ve devamı olabilir. Varlıklar içinde kendi başına var olan sadece Hak Teâlâ’dır. O’ndan başka her şey O’nun kuvvet ve kudretiyle vardır.

Sevginin en üst derecesi Allah’ı bütün kalbiyle sevmektir. O’na ihlas ve samimiyetle bağlanmak ve kayıtsız şartsız teslim olmaktır. Kulun Allah’a duyduğu sevgi meyil, ihata, hudut gibi şeyler ihtiva etmez. Zira Zat-ı Samediyyet ilhak, idrak ve ihata gibi şeylerden münezzehtir. Muhib, bir çizgi ile ihata edilme tarzında vasfedilmekten ziyade maşukta mahbubun yok olması şeklinde vasfedilir. Sufiler bu şekilde vasfetmeye çalışsalar da esasında aşkın bir tarifi yoktur, o ancak yaşanan ve tecrübe edilen bir hâldir.

 Sevgi üzere yaratılan insanda sevebilme istidadı fıtri olarak vardır. İnsan fıtri olarak kendini, kendisine ve başkalarına iyilik ve ihsanda bulunanı, güzeli ve ahengi sevmeye meyillidir. Kendi yaratılışı ve kâinattaki ahenk ve güzellikler üzerinde tefekkür etmesi insanı hakiki yaratıcıyı bilmeye, tanımaya götürür. Hasan Basri’nin dediği gibi Rabbini bilirse O’nu sever. Allah’ı sevmek O’nu tanımakla mümkün olur. İnsanlar arasında da bu böyledir. Peygamber Efendimizin insanlar arasındaki muhabbetin oluşması için selamlaşmayı tavsiye etmesi bu hakikatin bir diğer veçhesidir. Çünkü selam, tanışma, bilişme, muarefedir. İnsan kendi varoluşunun, varlığının devamının ve kâinattaki tüm güzelliklerin ve nimetlerin kaynağı olan Rabb’ini tanıdığında O’nu sevmemesi mümkün değildir.

Allah hakkındaki marifetin muhabbete dönüşmesinin alameti, O’na inanmak, emirlerine itaat etmektir. Cenab-ı Hak Hz. Peygamber’e hitaben şöyle buyurur: “De ki, eğer beni seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin.” (Âl-i İmran, 3/31.) Esasında Peygamberimize (s.a.s.) itaat Allah’a itaattir. Çünkü O, Allah Teâlâ’dan gelen bir elçidir. O’na itaatsizlik Allah’a isyan anlamına gelir. İsyan olan yerde ise sevgiden bahsetmek mümkün olmaz. Sufiler muhabbeti, kalbin Rabb’in muradı olan şeylere muvafakat etmesi şeklinde anlarlar. Seven sevdiğini razı etmek ister. Bu da ona itaat etmekle olur.

Allah’ı sevmek O’nun yarattıklarını da sevmeyi gerektirir. İnsan Allah’ı sevdiğinde Allah’ın ahlakı ile ahlaklanır. Böylece mahlûkatı sevmek, iyilik ve ihsanda bulunmak, merhamet etmek gibi Cenab-ı Hakk’ın ahlakı tezahür eder. Çünkü onu da tüm mahlûkatı da yaratan yaratıcı birdir. Allah sevgisiyle dolu bir kalp tüm mevcudata muhabbet ve merhamet nazarıyla bakar. Onlara ikram ve hizmet hâlinde olur. Yaratan hürmetine yaratılana duyulan sevginin tezahürüdür. Yunus’un “Yaratılanı severiz yaratandan ötürü.” demesi bu hakikatin ifadesidir.

Ancak yaratılanlara duyulan sevginin, Allah sevgisinin önüne geçmemesi gerekir. İnsanoğlu Rabb’inden ve kendi hakikatinden uzaklaştığında yaratılan şeyleri sevmeye meyleder. Dünya nimetlerine bağlanır ve tüm nimetleri lütfeyleyen Yaratan’ını unutur: Kur’an-ı Hâkim’de Rabbimiz: “De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz, kazandığınız mallar, kesata uğramasından korktuğunuz bir ticaret ve beğendiğiniz meskenler size Allah’tan, peygamberinden ve O’nun yolunda cihattan daha sevgili ise artık Allah’ın emri gelinceye kadar bekleyin! Allah, fasık topluluğu doğru yola erdirmez.” (Tevbe, 9/24.) buyurarak insanı Allah sevgisinin önüne geçecek her türlü sevgi hususunda uyarmıştır. Zira seven sevdiği uğruna her şeyden vazgeçebilmelidir. Esasında muhabbetin hâsıl olması da kulun hiçbir şeye malik olmadığını, mahfiyet ve hiçliğini idrak etmesiyle olur. Var olan her şeyin O’ndan olduğunu idrak edenler en çok O’nu severler.

İnsan Rabb’ini tanıdıkça O’na daha çok muhabbet besler. Muhabbeti arttıkça ibadeti ve itaati de artar. O’na daha çok yakın olmak ister ve farzların yanı sıra nafilelerle O’na yaklaşmaya devam eder. Allah’ı sevmek zamanla O’nun tarafından sevilme nimetini kazandırır. Allah bir kulunu sevdi mi onun gören gözü, işiten kulağı, tutan eli yürüyen ayağı olur. Yani kul Allah’ın görmesini istediği şeyi görür, işitmesini istediği şeyi işitir… Yani kuluna daima razı olduğu işleri yapmayı nasip eder. Allah sevdiği kulunun isteklerini yerine getirir, himayesine alır ve korur.  Onlar için korku ve üzüntü yoktur.

Allah sevdiğini başkalarına da sevdirir. Yer ehli ve gök ehli de Allah’ın sevdiğini severler. Hz. Peygamber (s.a.s.) bu hakikati bizlere şöyle haber verir: “Allah Teâlâ bir kulu sevdiği zaman Cebrail’e; ‘Allah filanı seviyor, onu sen de sev!’ diye emreder. Cebrail de o kulu sever, sonra gök halkına; ‘Allah filanı gerçekten seviyor; onu siz de seviniz!’ diye hitap eder. Göktekiler de o kimseyi severler. Sonra da yeryüzündekilerin gönlünde o kimseye karşı bir sevgi uyanır.”

Muhabbet öyle bir sırdır ki bütün makamların ulaştığı son noktadır. Onu elde eden tüm hayır ve güzelliklere de nail olur. Acıyı bal, bakırı altın eden, bulanıklığı gideren ve dertlere derman bir simya olarak tavsif eder muhabbeti Hz. Mevlana. Öyleyse bizim de dilimize virt edineceğimiz dua muhabbet duasıdır: “Allah’ım! Sen’den muhabbetini, Sen’i sevenlerin muhabbetini ve Sen’in sevgine ulaştıracak ameli talep ediyorum. Allah’ım! Sen’in muhabbetini bana nefsimden, ailemden, malımdan ve soğuk sudan daha sevgili kıl!”

Cuma sohbeti

Yorumlar kapalı.

Oğuz Metiner

CUMA SOHBETİ





Helal lokma bir teminattır

Hepimizin boğazından, her an geçmekte olan yiyecek ve içecekler, hayatların devamı için olmazsa olmazlardandır. Bu lokmalar, aynı zamanda engellenemeyen fıtri ihtiyaçlarımızın tâ kendisi değil midir? Yemeyen ve içmeyen insan yaşayamaz elbette! Fakat insana akıl denen güzel bir meleke verilmiş ki, abur cubur yenmemesi ve yenilenlerin doğru ve helal istikametten temin edilmek suretiyle karşılanmasını disipline etsin diye.

Evet, insan yemeli ki sağlıklı olsun, zinde olsun, hayatını sürdürüp kulluk ve ibadet edebilsin… İnsan hayatı her konuda olduğu gibi tüketim konusunda da bir tertip ve düzene bağlı değil mi? Bir taraftan erdemli ve dürüst olma mücadelesi verirken, diğer taraftan boğazımızdan indirdiklerimizin de helal lokma olmasına dikkat etmek zorundayız. Nitekim yüce kitabımızda Allah (cc); “Bugün size iyi ve temiz şeyler helal kılındı. Kendilerine kitap verilenlerin yiyecekleri size helal olduğu gibi, sizin yiyecekleriniz de onlara helaldir.” (1) buyurmuyor mu?

Diğer taraftan insanoğlu vicdan sahibi olarak dizayn edilmiştir. Vicdanının sesini dinleyebilen insanlar ise harama asla tenezzül etmezler. Hele ki, hayatlarını güzel ahlak ve inandığı değerler üzerine yaşamak isteyenler, boğazından geçirdiklerine daha bir titizlik gösterirler. Zira yiyecekleri her bir haram lokmanın, tüm vücuda yayılarak kendilerini zehirleyeceğinden endişe ederler. Haramdan beslenmenin kendilerine emanet edilmiş fıtratlarını bozacağını bilir ve güzel tabiatlarının ellerinden gideceği hususunda kaygı duyarlar. Bunun tabii bir sonucu olarak da “aşağıların aşağısına” (2) yuvarlanacaklarının farkındadırlar…

İşte, onlar erdemli olma, şeref ve ahlakını kendine şiar edinmiş olanlardır. Zaten yaşantıları da, sergiledikleri hal, davranış ve tutumları da bu inanç üzere olduklarının en bariz ispatıdır. Nitekim mezhep imamımız Ebu Hanife Hz.nin, Küfe şehrinde bir koyun çalındığında; “onun etinden yerim korkusu ile altı ay ağzına et sürmediği” hepimizin bildiği tarihi örneklerden! Bu yüzden, dürüstlük ahlakını şiar edinmiş her bir Müslüman, sorumluluğunun idraki içinde çoluk çocuğuna helal lokma götürmek için uğraşmaktadır.

Kimi insanlar ise şeytanın itmesiyle bazen bu hedeflerden sapma gösterebilmektedir. Halbuki üç günlük dünya da değer mi yalan, dolan, dedi-kodu, zulüm, hak gaspı, vs. türden yapılan eylem ve söylemlere…

Ölümlü dünya nasılsa yaptıklarının karşılığı olarak bir yüzleşmeye tabi tutmayacak mı insan denen varlığı? Hem hakkını yediklerinizle, hem de sizi yaratanın karşısına çıkartarak! Mahcup olmaya değer mi, beş para etmez dünyanın, üç kuruşluk imkânları için…

Peki, insan neden helal daireden ayrılır, neden haram yer dersiniz? Helali bulamadığından mı? Yoksa haramın yüzü sıcak, cazibesi fazla olduğundan mı? Ya da haram yemediğinde aç kalacağı endişesinden mi? Yok, yok bence hiç birisinden değil! Olsa olsa bu bir tabiat, maya ve ahlak sorunu olmalı..! Zira bizim itikadımıza göre; “henüz insanlar yaratılmadan rızıklarının tayin edildiği” bir hakikattir. İnsana düşen sadece onu aramasıdır. Kişinin dünyaya teşrifinden önce takdir olunmuş nimetlerden olan rızkımızı ararken, sabırlı olmak gerekir. Çünkü haram konusunda insan sabır gösterirse, bu tayin edilmiş olan rızıklar, zaten helal yoldan kendisine sunulacaktır. İşte tam da bu noktada insanın dünya ve ahiret hayatına yönelik sınavı kendini göstermiyor mu? Ne dersiniz…

Sadece boğazdan geçenler mi haramdır? Elbette değil! Zulüm de haramdır, yalan da, hakkın hak sahibine teslim edilmemesi de… Ya yetim hakkı yemek? Ya mazlumun üzerine çullanmak ve zayıfı ezmek, ya güçsüzün tepesine çökmeğe ne demeli? Evet, bunlarda haramlar zümresinden… Halbuki İki cihanın güneşi Sevgili Peygamberimiz (sav); “Hiçbiriniz, el emeğinden daha hayırlı olan bir yoldan lokma yememiştir; yani, yediğiniz en hayırlı lokma, el emeğinden kazandığınız lokmadır.”(3) buyurmaktadır.

Mademki helal lokma bu kadar önemlidir, o zaman kişi dünya ve ahiret açısından amacına ulaşmak için; illa helal ile iştigal etmeli, illa helal merkezinden ayrılmamalıdır. Aksi halde dünyalık açıdan dahi amaca ulaşmak nafile, mutlu olmak ise hayaldir..! Zira bünyeye dâhil edilmiş her türlü haram, kişinin sadece maddesini tahrip etmekle kalmayıp, manasını ve psikolojisini de bozmaya namzettir. Kim bilir belki de toplumumuzun bu denli huzursuz ve bir o kadar da psikolojik yapısının bozulmuş olmasının temelinde, helal ve haram çizgisine özen gösterilmemesi yatıyor olamaz mı? Çünkü nefsimizi ve neslimizi korumaktan tutun, malı, canı ve aklı korumak da ancak helal rızık ile mümkündür. Bu yüzden atalarımız da; “haram maya tutmaz” dememişler mi?

Birde mazlumlara yapılan muameleler var ki tam ahir zaman manzarası dedirtecek türden. Hak kaybına uğramış olduğu halde o hakkını helal ve yasal yollardan aramaya kalkışanlara, tuzu kuru olanların verdiği nasihatleri kastediyorum. Hakkani ölçüler ters yüz edilerek, gerçek kusurlu olanı tenkit etmek yerine, mazlum ve mağdur konum da olanlara; “Boş ver, her şeyi gören ve bilen bir Allah var! O’na havale etmeli” demek, ne derece doğru ve isabetli olarak görülebilir ki? Böyle bir yaklaşım, hangi akıl ve ölçüye uygundur? Tabiiyetinde olanların haklarını yiyen, zayıfın tepesine binen, bireysel ve kamusal haklarını gasp edenlere hakkı hatırlatmak yerine, o hakkın talebi noktasında meşru yollardan hak arayışına girenlere, yanlış akıl vermek suretiyle; “Allaha havale et” demenin hak ve hukukla bağdaşmayacağı her akl-ı selim sahibi her insanın bileceği hakikatlerdendir. O yüzden hakkın saptırılması olan bir hususun hem bu dünya da, hem de öbür dünya da kişiye ağır mesuliyetler yükleyeceğinin bilincinde olunmalıdır.

Yüce Allah (cc) Kuran-ı Kerimde; “…Onlara iyi ve temiz şeyleri helal, kötü ve pis şeyleri haram kılar.”(4) buyuruyor. Öyleyse her türlü kötülük ve çirkinliğin helalin zıttı olduğu bilinciyle; iyilik, güzellik ve doğruluğun karşısında bir düşman olarak durduğunu da unutmayalım. Büyüklerimizin; “yılandan korktuğunuz kadar olsun, haramdan korkun” ihtarına kulak verelim. Velev ki, bir iğne ucu kadar olsa bile! Çünkü Müslüman’a haram, bir iğne küçüklüğünde olsa bile yine de batar ve acıtır. Tâ ki, onu bünye temizleyene kadar…

Her daim hakkın yanında yer almak, doğruluktan şaşmamak, teraziyi düzgün tartmak, oku doğru atmak, şahitliği doğru yapmak, yalandan sakınmak ve ilmik ilmik emek vererek temin ettiğimiz alın teri kazançlarımıza haram bulaştırmamak için, istikamet sahibi insanlardan olabilmeyi diliyorum.

Kazancınızın helal, değerlendirmelerinizin akl-ı selim dâhilinde olmasını dilerken, sağlık ve mutluluk içinde sevdiklerinizle beraber helal yemenin iç huzuru ve istikamette olmanın aydınlığında bir hayat sürmenizi temenni ediyorum.

CUMA SOHBETİ

Yorumlar kapalı.