Nazım Beratlı

Şu Kıbrıs…





Şu yaşadığımız memlekette, bazen öyle günler oluyor ki ne yazsanız boş… Zülfü yare dokunsanız vay, dokunmasınız daha beter… Kırk yıllık köşe yazarı olunca, öyle zamanlar için de zulanızda malzeme olmalıdır. Mesela şuna ne dersiniz?
Geçen gün bir mail aldım… Bir okur, arkadaşı ile tartışmış… Kıbrıs Adası denizin dibine üç defa mı battı, yedi defa mı? Benden görüş istiyor. Kendisi üç defa demiş, arkadaşı ise yedi defa…
Aslında öyle batıp çıkma, yok… Cevap: Hiç…
Peki, nedir o mesele?
Şudur:
Yüz milyon yıl önce, dünyada sadece solucanlar ve kuşların yaşadığı bir dönemde, henüz eşekler yok; bugün Avrupa’nın bulunduğu alan, sular altındaydı. Bu büyük okyanusun dibi, şimdiki okyanuslarda olduğu gibi, kabuklu yumuşakçaların kabukları ve balçık çamurla kaplıydı. Karaların birbirlerine karşı hareketlerinin yarattığı basınç, bu tabanın zamanla yükselmesine ve deniz kabuklularının kabukları, bugünkü kireç taşı tepelerin oluşmasına yol açtı. Deniz dibindeki balçık ise, bugünkü sert kayaları meydana getirdi. Bu bileşime, patlayan volkanların lavları da eklenince, mermer tabakaları ortaya çıktı.
Bu dönemde, Kıbrıs adasının ne biçimi şimdiki gibiydi ne de yüzeyi… Yüzey, kireç taşları ile kaplanmış olup, alan çok daha dar idi. Sonra, yeni bir çökme yaşandı. Karaların yüzeyi, yeniden deniz dibine kadar indi. Bu dönemde deniz dibinde giderek sertleşen mermer tabakaları, yeni bir sıkışmanın etkisi ile yer kabuğunda büyük çatlaklar oluşmasına yol açtı. Bundan sonraki dönemde, kuzey ve güney yarım kürelerinin birbirine karşı sıkışması, deniz dibinin kıvrılarak yükselmesine, bu da Alp, Himalaya ve Karpat Dağları ile, Atlas Okyanusunun ortaya çıkmasına yol açtı. İşte o zaman, Trodos ve Girne Dağları, ortaya çıktı. İki kütle arasında, sığ bir deniz bulunmaktaydı. Burası, dağlardan gelen suların taşıdığı toprakla dolarak, Mesarya’yı meydana getirdi.
Bunu izleyen çağ, Avrupa ile Afrika’nın Sicilya üzerinden birleştiği ve bu eşiğin doğusu ile batısında iki büyük gölün oluştuğu zamandır. Bu zamanda, doğuda kalan iç denizin doğu kıyısını, Trodos kütlesi oluşturmakta olup, bugün adamızın bulunduğu yer, batısı ve güneyinden su ile çevrili, Asya’nın burun tarzındaki bir uzantısından ibaretti. Yani, bugünkü Anadolu ve Suriye ile bağlantılıydı.
Buzul Çağı’na gelindiğinde, Kıbrıs, Anadolu ve Suriye ile geniş ovalarla bağlanmış durumdaydı. Bu çağ, bir milyon yıl sürdü. Dünya tarihine göre çok yeni bir zamanda, elli bin yıl önce, Dördüncü Buzul Çağı’nda, henüz Britanya Adaları, Rusya ve Kuzey Avrupa buzlar altında iken, o koşullara uyabilen bazı bitki ve hayvan türleri ile birlikte, ilk insan da dünyada görüldü. Bu dönem insanının kemikleri, Girne dağlarında bulundu. Bu bilgiden adadaki varlığı bilinen, cüce filler ve hipopotamların da adaya bu dönemde yani, Kıbrıs henüz bir ada değilken geldiği ileri sürülebilir.
Daha sonraları, atmosferdeki sıcaklığın artması üzerine, Rusya steplerindeki buzullar erimeğe başlayarak, büyük bir sel halinde, ta Pamir’den, İran’a kadar olan yöreyi bastı. Hazar ve Kara Deniz taştı ve bu büyük nehir, bugünkü İstanbul ve Çanakkale Boğazları’nı oluşturarak, Ege Denizi’ne akmaya başladı. Bu büyük akıntı, Akdeniz’in seviyesini yükseltti. Böylece, bu iç deniz, Cebeli Tarık’tan taşarak, Atlas Okyanusu ile birleşti, Sicilya eşiğini aşarak, Avrupa ile Afrika’yı ayırdı ve Kıbrıs’ın Asya ile bağlantısını kopararak, bir ada haline gelmesini sağladı…
Yani? Aklınızı başınıza alın da dünya sizin keyfinizde değil’
Eski Sümer efsanelerinden kaynaklanan Tevrat’taki Nuh Tufanı Efsanesi, belki de budur. Zira bu olayın ilkel insan türlerinin tanık olabileceği bir çağda gerçekleşmiş olması, muhtemeldir.
Dünya üzerinde, Kıbrıs diye bir ada olmasının, jeoloji biliminden yararlanarak, bizim anlayabileceğimiz bir tarzdaki hikayesi, işte budur.

Şu Kıbrıs…

Yorumlar kapalı.