Sedef Gürsoy Kutlu

Kıbrıs’ta çevre ve siyaset – 1





Kıbrıs’ın tarihinde doğa, siyaset ve hastalıkların birbiriyle bağlantısı hep güçlüdür. Bu yazı dizisinde, adanın çevreyle kurduğu ilişkinin yönetim biçimlerini, halk sağlığını ve ekolojik dengeyi nasıl şekillendirdiğini ele almaya çalışacağım. Kıbrıs, Asya, Afrika ve Avrupa’nın kesiştiği noktada yer alan benzersiz konumda bir adadır. Bu konum, adaya zengin bir biyolojik çeşitlilik kazandırdığı kadar, onu dış etkiler karşısında savunmasız da bırakmıştır.

Ada, yüzyıllar boyunca çeşitli kültürlerden etkilendiği gibi geçiş yolu nedeniyle çeşitli hastalıklardan da etkilenmiştir. 1878’de İngiliz yönetimiyle başlayan yeni dönemde, çevre politikaları doğrudan halk sağlığıyla ilişkilendirilmiş ve adanın yönetiminde çevre ile ilgili düzenlemeler yapılmaya başlanmıştır. O dönemde Sıtma ve Tifo, iki temel hastalık olarak ön plana çıkıyordu. İlki bataklıkların, ikincisi ise kirli suyun ve altyapı yetersizliğinin sonucuydu.

1895, 1906, 1912 ve 1926 yıllarında yaşanan büyük tifo salgınlarında Lefkoşa ve Mağusa çevresinde binlerce vaka kaydedildi. Yaz aylarında sıcaklıkla birlikte artan durgun su birikintileri hastalık etkenlerinin çoğalmasına uygun ortam yaratıyordu. Yönetim, sıtma hastalığının tedavisi için uğraşırken, onun yaşam koşullarını da hedef alarak “temiz su” kavramını yeniden tanımladı. Açık kuyular kapatıldı, taş kemerlerle su taşıma sistemleri kuruldu, atık su hatları düzenlendi ve halkın su depolama alışkanlıkları değiştirilmeye çalışıldı.

Bu adımlar, sağlık tedbirlerinin ötesinde bir yönetimin belirlediği çevre politikasını da yansıtıyordu. Su artık yalnızca yaşam kaynağı değil, aynı zamanda yönetimin gücünün de göstergesiydi. Ancak o dönemde yapılan her çevresel müdahalenin bir bedeli oldu. Kurutulan bataklıklar, yalnızca sivrisineklerin değil, su kuşlarının ve amfibilerin yaşam alanıydı. Böylece sağlık adına yapılan düzenlemeler, ekosistemin dengesini kalıcı biçimde değiştirdi.

20. yüzyılın ortalarına gelindiğinde, ada ekosisteminin sınırları zorlanmaya başlanmıştı. İngiliz yönetimi, “verimsiz” olarak tanımladığı toprakları canlandırmak amacıyla dışarıdan bitki türleri getirmeye başladı. İngilizler, çevresel kontrol politikalarının bir parçası olarak farklı kıtalardan bitki türleri getirmiştir. Avustralya kökenli okaliptüs ağaçları bataklıkları kurutmak için dikilmiş, fakat aşırı su kullandığı için yeraltı sularının azalmasına neden olmuştur. Erozyon kontrolü için getirilen mimoza (Acacia saligna) kısa sürede istilacı hale gelmiş ve yerli bitki türlerini baskılamıştır. Güney Afrika kökenli Oxalis pes-caprae bahçelerde süs bitkisi olarak yayılmış, ardından tüm adaya hâkim olmuştur. Latin Amerika kökenli babutsa, kültürel olarak benimsenmesine rağmen yerli maki topluluklarının yayılımını sınırlandırmıştır.

Bu dış türlerin etkileri yalnızca bitki örtüsüyle sınırlı kalmamış; toprak yapısı, böcek popülasyonları ve kuş yaşam alanları da değişmiştir. Yerli türlerin azalmasıyla bazı kuş ve kelebek türleri adadan tamamen kaybolmuştur. Bu süreçte toprak verimliliği düşmüş, kıyı bölgelerinde tuzlanma artmıştır. İngiliz yönetimi döneminde yapılan bu ekolojik müdahaleler, bugünkü çevresel dengesizliklerin tarihsel temelini oluşturmuştur.

Denizlerdeki denge de benzer biçimde bozuldu. Süveyş Kanalı’nın açılmasıyla birlikte Kızıldeniz’den gelen balon balığı, aslan balığı ve tavşan balığı gibi türler Akdeniz’e ve Kıbrıs kıyılarına ulaştı. Bu yeni türler, yerli balık popülasyonlarını azaltarakbiyoçeşitlilik yanında balıkçılığı da etkiledi

İngiliz yönetiminin adadaki biyoçeşitliliğe ve ekosisteme yönelik müdahaleleri, uzun vadeli ekolojik dengesizliklerin başlangıcını oluşturmuştur. Yönetim, tarımsal üretkenliği artırmak, sıtma ve tifo gibi hastalıklarla mücadele etmek ve altyapıyı güçlendirmek amacıyla birçok çevresel düzenlemeye gitmiştir. Düzenlemeler, çoğu zaman adanın doğal yapısını göz ardı eden uygulamalar içerdi. Ya da insan öncelikli uygulamalar nedeniyle diğer canlıların yaşam alanları yok sayıldı. Bataklık alanlarının kurutulmasıyla birlikte yalnızca sivrisinek popülasyonu değil, kuş göç yolları, amfibiler ve sucul bitkiler de yok olmuştur. Bu alanlar, aynı zamanda yeraltı su döngüsünü ve mikro iklimi dengeleyen önemli ekosistemlerdi. Doğaya yapılan her müdahale, ekolojik zincirin başka bir halkasında bozulmaya yol açmıştır.

Lefkoşa’nın eski mahallelerinde tuzlanmış kuyular, Larnaka çevresinde kurutulmuş ama yeniden yeşermeyen bataklık alanları, bu çevresel kararların izlerini taşımaktadır. Sıtma ve tifo mücadeleleri ile insanlık adına başarı kazanılmıştır. Ama günümüzde su kıtlığı, tuzlanma, toprak verimsizliği ve sürekli artan sıcaklıklar vardır. Bu nedenle günümüzde tek sağlık politikaları ve uygulamaları öne çıkmaktadır

Geçmişte “çözüm” olarak uygulanan her müdahale, bugün yeni bir çevre sorununa dönüşmüştür. Ada, doğayı kontrol altına alma çabalarının yarattığı uzun vadeli etkilerin izlerini taşımaktadır. Kıbrıs’ın çevre tarihi, yönetimlerin iyi niyetli ama kısa vadeli adımlarının doğa üzerinde nasıl kalıcı etkiler bıraktığını gösteren çok iyi bir örnektir. Kıbrıs, doğanın hafızasının silinmediği, her kararın toprağa, suya ve canlılara iz bıraktığı bir ada olarak gelmiştir günümüze…

(Devam edecek)

 

Kıbrıs’ta çevre ve siyaset – 1
Yorum Yap

Yorumlar kapalı.