Öz-değer dediğimiz kavram, adından da anlaşılacağı gibi, özümüzde zaten değerli olduğumuzu fark etmeye dayanır. Ancak bizi yalnızca yaptıklarımız ya da başarılarımız üzerinden “değer”lendiren bir çevrede büyüdüğümüzde, “yeterince iyi davranmama” düşüncesi zamanla davranışlarımızdan çıkıp özümüze yapışır ve “yeterince iyi olmama” haline dönüşür.
Oysa bir yetersizliğin davranışa ait olduğunu bilen biri hedef koyabilir. Örneğin, yeterince iyi araba kullanmıyorsanız bu bir davranıştır ve geliştirilebilir. Fakat insanlar kendilerine anlattıkları hikayelerde bir noktadan sonra “Ben iyi araba kullanamıyorum” demez; “Ben yeterince iyi değilim” sonucuna varır. Böylece sorun davranışa değil, doğrudan varoluşa yazılır. Öz-değersizliğin yapımızda bir problem olduğuna inanmak ise attığımız her adımda baskın hâle gelir. Bu yaradan kaçmak için verilen tüm çabalar da çoğu zaman hayal kırıklığıyla sonuçlanır. Çünkü hikâyemizde sorun davranışlarımız değil, özümüzdeki bir eksiklik olarak görülmüştür.
Buna bir de değerin içten açığa çıkan bir nitelik değil de dışarıdan “kazanılan” bir şey olduğuna inanmak eklenince, kişi farklı yönlere savrulmaya başlar. Düşünsenize: Hem varoluşunuzda bir sorun olduğuna inanıyorsunuz hem de bunun çözümünü dış dünyada birilerinde arıyorsunuz. Böyle bir yaklaşım, delik bir poşetle denizden su taşımaya benzer; ne yaparsanız yapın su akar gider, çabaladıkça daha çok tükenirsiniz. Zamanla bu bilinç, toplumda depresyon, anksiyete, tükenmişlik gibi bedenin yardım çağrılarına dönüşür.
Herkes bu yarayla kendince baş etmeye çalışır; kimi durmaksızın başarıyı kovalar, kimi hayatı erteler, kimi görünmez olmayı seçer. Davranışlarımız dallar gibi farklı yönlere uzansa da hepsi aynı kökten beslenir: Kendimizle ilgili yanlış hikayelerimizden.
İronik olan şu ki: Değeri dışarıdan gelen değil de varoluşumuza ait bir nitelik olarak kabul ettiğimizde, dünyaya sunacak daha fazla değerimiz olur. Özümüzü tanıdıkça seçimlerimizi korkudan değil, özgürlüğün getirdiği niyetten yaparız. Bu, içimizde bir tatmin duygusu yaratır. Koşulsuzca kendimiz olarak var olmanın tatmini… İç bütünlüğümüz hayatımıza yansır; kendimizle bağ kurdukça çevreyle bağ kurmak da kolaylaşır. Kendimizi kucakladıkça tamamlanmış hissederiz; bu tamamlanma, temas ettiğimiz her şeye dokunur.
Bugün niyetim, hikâyelerinize odaklanarak dönüşümünüze eşlik etmek. Sonuçta bir insanın varoluşu, kendine anlattığı tüm hikâyelerin toplamından oluşur. Bu yüzden size basit ama dönüştürücü bir soru bırakıyorum:
“Bu hikayem olmasaydı ben kim olurdum?”
Gözlerinizi kapatın ve bu sorunun cevabını hissetmeye izin verin. Hikayeleriniz olmasaydı, kendinizi ne yaparken görürdünüz? Nörobilim, düşünme biçimimizi değiştiren her yeni sorunun beyinde ölçülebilir bir dönüşüm yarattığını gösteriyor. Beynimiz yeni bağlantılar kurarak kendini yeniden örgütlüyor ve kendimiz için yeni olasılıkların kapısını açıyoruz.
Her seçim anınızda bu soruyu sorun. Bırakın varoluşunuz, arzuladığı bütünlüğe doğru dönüşsün. Öz-değer, kazandığımız değil; hikâyelerimizi bıraktığımızda yeniden hatırladığımız gerçeğimizdir.
Mevlana’nın söylediği gibi:
“Senin görevin sevgiyi aramak değil; onunla arana koyduğun engelleri arayıp bulmaktır.”
Günlükler 09-12-25 “BURCU KUTER” klasöründe





Yorumlar kapalı.