
Bir yıl kadar önce ABD Dışişleri Bakan yardımcılığı adaylarının, mülakatlarının bütününü izleme fırsatım oldu.
ABD senatosunda dış ilişkiler komitesi başkanı olan Bob Menendez’in yönettiği mülakatta , Avrupa ve
Avrasya İşlerinden Sorumlu Dışişleri Bakan Yardımcısı görevine, o dönem aday statüsünde olan ve geçtiğimiz Mart ayı içerisinde görevini Dereck J. Hogan’a devreden, Dr. Karen Donfried arasındaki diyalog, doğrudan bizi ve bölgemizi ilgilendirmesi açısından daha fazla ilgi alanıma girdi.
Mülakatın, Avrupa ve Avrasya bölgesindeki konu başlıkları; ticarette Avrupa – Çin ilişkileri yerine
ABD- Avrupa ilişkilerinin geliştirilmesi, Kuzey Boru hattı ve Rusya’nın bölgedeki tehdidi ve Doğu
Akdeniz ve Türkiye.
Komite Başkanı Menendez, Doğu Akdeniz’in dünyadaki öneminin giderek arttığından, Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Kıbrıs ve Maraş açılımını ile ilgili konuşmalarını dinlediğinden bahsederken, Kıbrıs’ınAB üyesi bir ülke oluşuna, özellikle Maraş açılımı konusunda, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin550 ve 789 numaralı kararlarının ihlali yanında, münhasır ekonomik bölge konusundaki itilaflara değindi. Bölgedeki mevcut hamlelerin, 2019 yılında geçirilen Doğu Akdeniz Güvelik ve İşbirliği yasalarının ihlali olduğuna ve CAATSA yaptırımları çerçevesinde değerlendirilmesi gerektiğini söyledi.
Bu değerlendirmelerin tümünün, ABD’nin mevcut dış politikasının bakış açısı olduğu açık.
ABD veya AB öyle istiyor diye, öyle olacak mantığında değilim ancak, önemli olanın, gerek biz Kıbrıslı Türklere, gerekse Türkiye’nin buraya bakışındaki algı yanlış ise, doğrusunun algılanması ile ilgili ne yapıldığı ve neyapılabileceğidir.
Günümüz dünyasında ülkeler arasındaki rekabet, korkutucu bir hızla devam etmekte.
Serbest ticaret anlaşmaları, lobiler, yeni inovasyonlar, enerji savaşları ve hatta dünya dışına yapılan
yatırımlar.
Hamlelerin tümü, daha fazla güç, daha fazla hakimiyet, daha fazla kazanç ve refahın yanında, dışa
bağımlılığı azaltarak, toplumsal geleceğin garanti altına alınması hedefleniyor.
Mevcut sistemin özünde fazla seçeneğiniz yok; ya oyun kurucusunuzdur, ya da doğru tarafta,
sistemin bir parçası. İzole bir yaşamın devamlılığı ise, ülke sınırları her ne kadar belirlenmiş olsa da,
teknoloji ve iletişimin bu denli gelişmiş olduğu, global bir dünyada, pek mümkün görünmüyor.
Her değişimin, paralel, doğru gelişime neden olmayacağına inanlardan olsam da, dünyadaki
değişimlerden ve dünyadan kopuk bir yapının, yaşamsal sürdürülebilirlik şansının olmadığına da
ayni oranda inanmaktayım.
Bu noktada önemli olan ise, gelişim için yapılacak her hamlenin, dünya ile paralellik yanında,
toplumsal bütünlükle entegrasyonunun iyi ayarlanması ve toplam kalite yönetimi. Bunların
olabilmesi için ise dünya ile ayni dili konuşabilme becerinizin olması, iletişim beceriniz ve lobi
gücünüz, ihtiyaçtan öte bir zorunluluk haline geldi.
Her yapı, kendi koşulları ile değerlendirilmelidir. Dinamikler ve çözümler farklı olsa da, her doğru
yapıda temel ortak nokta, toplumsal refah olmalıdır.
Dünya geneline bakıldığında küçük bir ülkeyiz. Küçüklüğün, duruma göre avantajları ve dezavantajları
olsa da, Kıbrıs’ın stratejik pozisyonu, adanın önemini küçüklüğü ile kıyaslanamayacak kadar
büyüttüğü herkesin kabul ettiği bir gerçeklik.
Nüfusu ve coğrafi büyüklüğü ile ters orantılı, güçlü lobisi olan ülkeler de mevcut.
İsrail, Yunanistan, Ermenistan, Güney Kıbrıs aklıma ilk gelenler.
Bu ülkelerin ortak özelliklerindeki, ilk bakıştaki ortak nokta, geçmişte verdikleri insan göçünün,
gittikleri ülkelerde kazandıkları pozisyonları ve lobi güçlerini, zaman içinde anavatanlarının
menfaatine dönüştürebilme bağlılığı olarak özetleyebiliriz.
1974’de yaşanan bölünmüşlüğün üzerinden nereyse yarım asır zaman geçti. Bölünmüşlükten, en
fazla zararı, Kıbrıslı Türkler görmüştür ve hala daha da görmektedir.
Peki bu durumu dünya bu şekilde anlıyor mu? Bence, anlamıyor ya da biz anlatamadık.
1960’ta kurulan ve 3 yıl boyunca iki toplumun ortak yönettiği, sonrasında, fiili olarak sadece
Kıbrıslı Rumların sahiplendiği ve Kıbrıslı Türklerin temsil edilmese de kurucu eşit statüde ortağı
olduğu, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin uluslararası haklarından bugüne kadar tek taraflı mahrum edildiği
konusunda, bir uluslararası hukuk mücadelesinin neden verilmediği sorusunun cevabını, ben henüz
bulamadım.
Rumların geçen zaman içinde, her türlü uluslararası arenada, kendilerini Kıbrıs’ın tek temsilcisi ve
sahibi gibi göstermelerinin önüne bir türlü geçemememizin, bu durumun yarattığı ekonomik olumsuzluğunun faturasını sadece Kıbrıslı Türkler ödemeye devam ediyor olmasını da kabullenemiyorum.
1973 yılında, o zamanki adı ile Avrupa Ekonomik Topluluğu ile Kıbrıs Cumhuriyeti arasında imzalanan Gümrük Birliği anlaşmasından başlayarak, yaşanan tarihte, onlar uluslararası anlaşmalar yapmaya devam ederken, biz hep seyreden ve haksızlığa uğradığını iddia eden taraf olduk.
Türkiye’nin, AB ile gümrük birliği anlaşması uğruna, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin AB üyeliğine onay verildi.
AB üyesi, Kıbrıs Cumhuriyeti, münhasır ekonomik bölge anlaşmaları yaptı. İlan ettiği, münhasır
ekonomik alanları, parsellere böldü. Dünyada güçlü lobisi olan EXXON Mobil, ENI, Total gibi şirketlere
petrol ve doğal gaz arama ihalesine çıktı.
Aralarında, İsrail, İtalya, Yunanistan, Mısır, Ürdün ve Filistin’in de bulunduğu ülkelerle Doğu Akdeniz
Gaz Forumunda yer aldılar ve daha niceleri.
Özetle onlar haksız da olsa, sürekli, cüretkar, bana göre haksız ve tek taraflı bir arayış içinde, biz ise onların yaptığı haksızlıklara sadece bakan pozisyondayız. Bakarken de bahanelerimiz hazır: ‘ Ambargo var’, ‘Mağdur edildik’, ’Hakkımız yendi’ veya‘Bütün olanlar hukuksuzdur’.
Bunca yıldır hukuksuzluğu, durdurmak için ne yaptık? Neredeyse 50 yıldır her şey hukuksuz, herkes
bize düşman. Ama biz becerikliyiz.
1974 sonrası , ekonomik tarihimize baktığımızda, dönemsel fırsatlar (Türkiye’de ithalatın kısıtlı
olduğu 1980’lerde bavul ticareti dönemi ve Annan Planı dönemindeki suni emlak patlaması) dışında,
yaratılan, katma değeri yüksek yarattığımız tek değer bence Üniversitelerdir. Turizmin ise olması gereken seviye ve katma değerin çok gerisinde olduğunu düşünüyorum.
Sürekli duyduğumuz ‘ambargo ve mağduriyet’ edebiyatı bana artık inandırıcı gelmiyor.
Eğer bir valiz, dünyanın neresinden olursa seyahat ederken, Ercan ‘ECN’ bandrolü vurularak, elimiz
değmeden, buraya kadar gelebiliyorsa, her türlü engel aşılabilirdir.
Yeter ki bakış açımızı değiştirip, ne istediğimizi bilelim.
1974’den bugüne, yanımızda bir tek Türkiye durdu. Türkiye, her türlü çarpıklığımızın da parçası oldu.
Bütçemiz yetmedi, aktardı. Hastane yapamadık, yaptı.
Yol yapamadık, yaptı.
Bizim Türkiye ile bağımız ayrı olmasına ayrı da, başka hiçbir ülke ile bağlantı becerimiz yok mu?
Türkiye bölge ülkeleri ile düşmansa, biz de düşman, dost ise biz de dost mu?
Durum bundan mı ibaret?
Türkiye elini buradan çekse, ne olacak?
Kendine yetmeyen bir yapının, ekonomisinin sürdürülebilirliğinden de, toplumsal gelecekten de,
iradeden de bahsetmek hayalcilikten ve hayal satmaktan başka bir şekilde tanımlanamaz.
Bu ezber bozulmalıdır.
Ben gelecek nesillerimizin başı dik, dünyaya entegre bir toplumun üyeleri olmasını istiyorum.
Uluslararası hukukun altında ezilen değil.
Yorumlar kapalı.