Tevhîd, bir inanç ve düşünce sistemi olmanın ötesinde bir hayât tarzı ve yaşama biçimidir. Allah’ın birliğine, ahadiyyet ve vahdâniyyetine inanmak, tevhîdin ilk esâsıdır. Tevhîd aynı zamanda bu âlemde sâdece Bir’i görüp O’nu algılamaya çalışmak, kendimize âid varlıktan soyutlanarak şâirâne ifâdesiyle:
Veren Sensin, alan Sensin, kılan Sen
Ne verdinse odur, dahi nemiz var
gerçeğini kavramaktır.
Tevhîd, ubûdiyyet ve kullukta Bir olana yönelip O’nun dışındakileri kalb, zihin ve düşünce dünyâmızdan uzaklaştırmak, benlikten soyutlanarak sâdece O’nun varlığını idrâk etmektir.
Tasavvuf muhîtlerinde tevhîdin bir beşerî, bir de ilâhî olanından bahsedilir. Beşerî tevhîd, cezâ korkusuyla gerçekleşen tevhîddir. İlâhî olanı ise tâzim duygusuyla yapılandır. Çünkü yaptığı işe karşılık beklemek ve yaptığına değer vermek beşeriyet muktezâsıdır. İnsan tevhîd inancında bu zaaflarından kurtulmadıkça ilâhî tevhîde ulaşamaz. İlâhî tevhîdde tâzim vardır, sevgiyle harmanlanmış bir saygı vardır. Şüphesiz sevgi ve saygıdan doğan bir tevhîdle cezâdan korkarak oluşan tevhîd bir değildir. Vâkıa Allah’ın azâbından korkmak da onurlu bir davranıştır. Ama sevgiye dayalı tâzim ise daha yüksek bir duygudur.
İlâhî tevhîde ermek için yaptıklarını kendine izâfe ederek “ben, ben” diye benlik iddiâsında bulunan nefsin ahlâkını değiştirmek gerekir. Çünkü gerçek mânâda ben demeğe lâyık olan azamet ve kibriyâ sâhibi Allah Teâlâ hazretleridir. Nitekim Allah Teâlâ Bedir zaferinden sonra Habîb-i edîbi ve onun mümtaz arkadaşları sâhabe-i kirâmı zafer sarhoşluğuna kapılmamaları için uyarmakta ve şöyle buyurmaktadır: “Öldürdüğünüz zaman siz öldürmediniz, Allah öldürdü. Attığın zaman da sen atmadın, atan Allah’tı. Ve bu müminler için bir imtihândı.”1
Biz târihî bir gerçek olarak biliyoruz ki Bedir savaşında üç yüzden fazla İslâm ordusu, dokuz yüzü aşkın müşrik ordusunu tepelemiş ve müşriklerin reislerini de katletmişti. Savaşın en kızıştığı sırada Allah Rasûlü ellerini semâya kaldırarak duâ etmiş ve yerden aldığı bir avuç kumu düşmanların yüzüne doğru atmıştı. Sonunda müşrikler bozguna uğramış, Müslümanlar zafer kazanmıştı. Ancak Allah Teâlâ tevhîd inancının bir gereği olarak kendisinin fâil-i mutlak olduğu gerçeğinin unutulmaması amacıyla onları bu ifâdelerle uyarmıştı.
Tevhîdin ibâdet ve kullukta sâdece Allah’ı kasdetmek ve O’na yönelmenin dışında bir de fâil-i mutlak olarak sâdece O’nu görmek anlamı vardır ki âyet-i kerîmede bu gerçeğin ifâde edildiği görülmektedir.
Bir’i görmek inâyet-i ilâhiyye işidir. Allah gösterirse insan o gerçeği görmeye güç yetirebilir, değilse acze düşer. Bir’i görmek için şaşılıktan kurtulmak lâzımdır. Şaşı çırağın hikâyesi bunu çok güzel anlatır. Rivâyete göre bir usta, gözü şaşı olduğu için biri iki gören çırağından raftaki şişeyi getirmesini ister. Çırak koşar raftan şişeyi almak üzere, ancak rafta iki şişe vardır. Ustasına seslenir: “Ustam rafta iki şişe var, hangisini getireyim?” Usta: “Rafta bir şişe var, onu getir” derse de çırak iki şişe olduğu düşüncesinde ısrâr edince usta: “O zaman birini kır, diğerini getir” der. Fakat şişenin biri kırılınca öbürü de kaybolur. Çünkü çırağın gözü şaşıdır ve biri, iki görmektedir. Şişe kırılınca gerçeğin farkına varır çırak. Tevhîd de böyledir. Âleme şaşı bakanlar hep iki ya da daha çok, kesreti görürler. Ama ikinci şişeyi kıranlar gerçek tevhîdin farkına varırlar.
Tevhîdde bir müşâhede, bir de murâkabe mânâsı vardır. Nitekim Cibrîl hadîsi olarak bilinen hadîsteki ihsân târifinde tevhîdin iki boyutunu da görmek mümkündür.2 Hadîsteki Allah’ı görüyormuşçasına kulluk müşâhede anlamını, her ne kadar sen O’nu görmüyorsan da O seni görüyor ibâresi ise murâkabe mânâsını ifâde etmektedir.
Müşâhede anlamındaki bir tevhîdde kul, kendine ve kendi kâbiliyetlerine herhangi bir şey izâfe etmeden kendini ve eşyâyı Allah ile kâim görür. Eşyâya bakarken onları sevk ve idâre eden kudreti müşâhede eder ve kendisinin de O’nunla kâim olduğunu idrâk eder. İrâdesini de, idâresini de O’na bırakır. Böylece tevhîd hakîkati kulu büsbütün isti’lâ etmiş olur. Sonuçta kul her şeyin Allah ile kâim olduğunu görür. Nereye baksa O’nun varlık ve birliğini gösteren delîller müşâhede eder. Böyle bir tevhîdde kulun nefsi aradan çıkmıştır. Kul fâil-i mutlak olarak sâdece O’nu görmeye başlamıştır. Artık kulun tevhîde alâmet aramaya, delîl bulmaya ihtiyâcı kalmamıştır.
Müşâhedeye erememiş kişilerin durumunu anlatan murâkabe kavramında ise kulun sürekli olarak Allah tarafından gözetlendiğini, kontrol edildiğini düşünmesi ve bu düşüncenin ibâdet ve davranışlarına yansıyarak kullukta “ben”i devreden çıkarması söz konusudur. Sahîh bir tevhîd, nefsin benliğinden arınmış bir tevhîddir. Nitekim ilk devir sûfîlerinden Ebû Bekir Şiblî adamın birine: “Tevhîdinin neden sahîh olmadığını biliyor musun?” diye sormuştu. Adamcağız: “Hayır” diye cevâb verince Şiblî: “Çünkü sen, benliği atmadan O’nu taleb etmeye çalışıyorsun. Bu mümkün değildir” demişti.
Her gün namazlarımızda en az kırk defa okuduğumuz Fâtiha sûresinde: “Ancak Sana kulluk eder, ancak Senden yardım dileriz” diyoruz. Bu ifâdelerimizde ibâdet ve kulluğumuzun ancak O’nun yardım ve desteğiyle gerçekleştiğini îtiraf ediyoruz. Çünkü O, gönül dünyâmıza ibâdet neşesi ve kulluk arzusu vermese, biz nasıl ibâdet edebiliriz? O’nun gönlümüze lütfedip böyle bir arzu vermesi âdetâ: “Buyur gel ey kulum” diye bizi kendine çağırmasıdır. Biz o dâvetle O’na yöneliyoruz. O’na yönelişimizi kendimizden değil, O’ndan bilmeliyiz. O, bu duyguyu vermese biz nefsimizin hevâsını nasıl aşıp O’na koşabiliriz ki?
İbâdetler, Kur’an ve sünnetin kulluğa vesîle kıldığı davranışlar manzûmesidir. Bu davranışların muktezâsı olan mânevî özellikler onların kalitesini arttırır. Nitekim gafletsiz bir namaz, gıybetsiz bir oruç, minnetsiz bir zekât ve sadaka, âlâyişsiz bir hac, riyâsız bir cihâd, usanmadan zevkle yapılan bir zikir ve nefsânî âfetlerden uzak bir tâat gerçek ibâdet sayılır. Husûmetsiz bir rızâ, şikâyetsiz bir sabır, şüphesi olmayan bir yakîn, sürekli bir müşâhede, dönüşü olmayan bir yöneliş ve fâsılasız bir vuslat da tevhîd sonucu ortaya çıkan kalb eylemleridir.
Kulluğunda Hakk’tan başkasını kasdetmeyen; gönlü, rûhu ve bedeniyle sâdece O’na yönelen kimse en yüksek mânevî derecelere ulaşır. Kulluk ve ibâdetini huzûr-i kalbî denilen duygu yoğunluğuyla îfâ eden kimse, fiilini nefsine değil Hakk’a izâfe ederek amel ve davranışında ihlâsa erer. Böylece kulda kudsî hadîsteki: “Kulum benimle görür” ahkâmı zâhir olmaya başlar. O artık hâlis bir kuldur. Tek tek ve topluca dünyevî hiç bir şeyle bağlı ve kayıtlı değildir. Sâdece Hakk’ın müşâhedesiyle meşgûldür.
Tevhîd bilincine eren, hedefi ve gâyesi Allah olandır. Tevhîd bilincine erende sevgi ve tercihler, şahsî ve nefsânî olmaktan çıkıp O’na âid olur. Çünkü Bir’in sevgisinde fâni olan kendisine âid bir tercih taşımaz.
Bu ifâdelerden gerçek tevhîde erenin irâdesinin Hakk’ın irâdesine râm olması gerektiği, tercihinin; kabûl ve reddinin nefis ve hevâsının ya da başkalarının değil, O’nun kabûl ve reddi olması gerektiği anlaşılmaktadır. Bu da tevhîdin bir mi’yâr olarak gönle yerleşmesiyle olabilecek bir hâdisedir. Bu ise insanın ibâdette olduğu kadar hayâtın her safhasında Bir’i görmesi, Bir’i hissetmesi ve Bir ile yaşadığının farkına varmasıyla gerçekleşebilecek bir olaydır.
Yorumlar kapalı.