Bu elemli, kederli, boğucu ve fani olan dâr-ı imtihanda hiç kimsenin asude bir hayat yaşadığı vaki olmamıştır. İnsanın yaratılışından beri hal, bu minval üzere devam etmektedir. Bu, değişmez ezelî bir kanundur, kıyamete kadar da böyle gidecektir. Bu dünya bir imtihan salonu olduğundan herkes değişik şekillerde imtihana tabi tutulmaktadır. Peygamber Efendimiz (s.a.v);
“Dünya dar-ül meşakkattır.” buyurarak, dünyada gerçek saadetin, huzur ve rahatın olmadığını ifade etmişlerdir.
Dünya ancak ıstırap, meşakkat, keder, hüzün ve musibetin mahallidir. Bediüzzaman Hazretlerinin buyurduğu gibi;
“Şu dünya çok gaddardır, mekkârdır. Bir lezzet verse, bin elem takar çektirir. Bir üzüm yedirse, yüz tokat vurur.”
Bu dünya darü’l meşakattır; hüzün ve keder evidir. Çeşitli hastalıklar, bela ve musibetler insanı tazib etmektedir.
Cenab-ı Hakk’ın lütuf ve keremi, af ve mağfireti, kullarının sabır, sadakat, ihlâs, metanet ve teslimiyetine göre tecelli eder, ona göre mükâfatlandırır. Kimi kullar sıfat-ı cemâl, kimisi de sıfat-ı celâl altında terbiye ve imtihan olurlar. Cenab-ı Hak sevdiği kulunu bela ve musibetlerle ve hastalıklarla imtihan eder. Hastalıklara sabreden bir müminin hem günahları affedilir, hem onda Şafi ismi tecelli eder ve böylece kurb-i ilahiye mazhar olur.
Evet, her şeyin yegâne Halıkı Allah’tır. Mülk O’nundur, O mülkünde dilediği gibi tasarruf eder. Cenab-ı hak, istediğini izzetle şereflendirir, dilediğini de zilletle rezil eder.
“Andan alır ana verir,
O’na cevr-i cefa yoktur.”
Her an bilmediğimiz nice sayısız âlemleri götürüp başka nice yeni âlemleri getirir. Bir anda yazı kışa, kışı yaza çevirir. Gündüzü geceye, geceyi gündüze kalp eder. İrade ettiği şeyleri yokluktan varlığa çıkarır, varı da yok eder.
Yüce Allah, insanın bir gonca gibi açan gençliğini gülü soldurduğu gibi soldurur, vücutları ademe kalp eder. Bugün güldürür, yarın ağlatır. Servet verdiği kimselerden servetini elinden alır, kuvvetli iken aciz, güçlü iken zayıf, sıhhatli iken hasta eder. Bugün azametli, şerefli ve zengin olanları, yarın başkalarına muhtaç edebilir. Çünkü mülk O’nun, tasarruf hakkı O’nundur.
Evet, dert de deva da Cenab-ı Hak’tandır. Şafi isminin tecelli etmesi için de insanlar çeşitli hastalıklara duçar olmaktadır.
“Cenab-ı Hak, insana giydirdiği vücud libasını sanatına mazhar ediyor. İnsanı bir model yapmış, o vücud libasını o model üstünde keser, biçer, tebdil eder, tağyir eder; muhtelif esmasının cilvesini gösterir. Şafi ismi hastalığı istediği gibi, Rezzak ismi de açlığı iktiza ediyor.”
İnsan hastalıklarla acizliği anlar, Cenab-ı Hakk’a daha ziyade dua ve ilticada bulunur. Zira,
“Hayat musibetlerle, hastalıklarla tasaffi eder, kemal bulur, kuvvet bulur, terakki eder, netice verir, tekemmül eder; vazife-i hayatiyeyi yapar. Yeknesak istirahat döşeğindeki hayat, hayr-ı mahz olan vücuddan ziyade, şerr-i mahz olan ademe yakındır ve ona gider.”
“Derman arardım derdime,
Derdim bana derman imiş.”
Hastalıklar birer mirkat-ı manevîdirler; suretçe haşin görünse de, insanı kemâlâta îsal eden bir refik-i muhib gibidir. Siretçe lâtif ve nazenin birer tabip gibidirler.
Hastalıklar insana acz ve fakrını tahattur ettirir ve kulun daha ziyade dua ve niyazda bulunmasına vesile olur. Cenab-ı Erhamürrahimin kulun kendisine derdini arz etmesinden, niyaz ve duasından, havf ve recasından memnun olur. Musibetzedelerin ilticaları, samimî niyazları asla reddolunmaz.
Dava-i Ulûhiyette bulunacak kadar haddini tecavüz eden, kibrinden yere- göğe sığmayan Firavun, büyük bir servete, sıhhat ve afiyete malikti. Zira O, hayatı boyunca herhangi bir hastalığa, bela ve musibete maruz kalmamıştı. Şayet Firavun, bazı musibetlere ve hastalıklara maruz kalsaydı belki de haddini aşıp dava-i ulûhiyette bulunmazdı. Bu bakımdan bazı hastalıklar insanın hakkında daha hayırlı olabilir. Zira musibetler kişinin acizliğini ve naksını ve fakrını ifade etmesine, Cenab-ı Hakk’ın dergâhına sığınmasına vesiledir. Evet, insan çok aciz ve gayet zayıf olarak yaratılmıştır. Bir sineğe mağlup olduğu gibi, bir mikrop dahi onu yere serer.
İnsanın başına herhangi bir hastalık veya musibet geldiği zaman Üstadımızın şu ifadesini hatırlamalıdır:
“Ey musibet! Eğer onun izin ve rızasıyla geldin ise, merhaba, safa geldin! Çünki elbette bir vakit ona döneceğiz ve onun huzuruna gideceğiz ve ona müştakız. Madem herhalde bir zaman bizi hayatın tekâlifinden âzad edecektir. Haydi ey musibet! O terhis ve o âzad etmek, senin elinle olsun, razıyım. Eğer benim emanet muhafazasında ve vazifeperverliğimi tecrübe suretinde sana emir ve irade etmiş, fakat sana teslim olmaklığıma izin ve rızası olmazsa; benim tâkatım yettikçe, emin olmayana Mâlikimin emanetini teslim etmem!” der.”
Peygamber Efendimiz (s.a.v) Hz. Ali’ye (r.a.) şöyle tavsiyede bulunmuşlardır.
“Herkes Allah’a ibadetle yaklaşırken, sen aklınla yani tefekkürle yaklaş.”
Yarabbi! Beyan çiçeği olan lisanı vermeseydin seni nasıl zikredecektik.
İrfan meşalesi, İlahî bir nur, Rabbanî bir mürşit ve manevi bir kuvvet olan aklı ihsan etmeseydin seni nasıl tanıyacaktık. Senin sonsuz azamet ve kudretini nasıl tefekkür edecektik. Basar isminin küçük bir numunesi olan gözü lütfetmeseydin senin varlığının ve birliğinin aynası, isimlerinin tecellisi, kudretinin turrası olan eşyayı nasıl görecektik. Senin bedi, garip ve acip eserlerini gözümle seyrediyor, kulağımızla ulvi sesleri işitiyor, dilimizle nimetlerini tadıyor ve aklımızla eserlerini tefekkür ediyoruz.
Yarabbi! İmanın mahalli, marifet ve muhabbetin tecellîgâhı ve bütün feyizlerin kaynağı olan kalbi bahşetmeseydin sana nasıl iman edip, seni nasıl sevecektik.
Bunların şuurunda olan akıllı bir insan, hayatını iman ile nurlandırır, ubudiyetle şereflendirir, zikir ve tespihle ziynetlendirir, tefekkürle süslendirir. Böylece Cenab-ı Hakk’a takarrup eder, rıza-yı ilahiyeye, sonsuz saadetlere ve ikramlara mazhar olur.
Evet, insanı mesut edecek ve hakiki saadete kavuşturacak yegâne hakikatler marifetullah, muhabetullah ve mehafetullahdır. Cenab-ı Hakk’ın mehafetinden dolayı ağlamak, ne kadar tatlı ve ne kadar zevklidir. Bu bakımdan, insanın zaman zaman gözyaşı dökmesi, sızlanması ve kendi kendine; “Ağla gözüm ağla, bugün ağla ki yarın gülesin. Dünyada ağla ki ahirette ağlamayasın.” demesi lazımdır. Bazen de yanık şairin: “Ağlama gözlerim Mevla kerimdir.” dediği gibi deyip teselli bulmalı.
Evet, Mevla kerimdir, Mevla rahimdir, Mevla şefiktir, Mevla hâkimdir, Mevla kadirdir, Mevla azizdir, Mevla latiftir, Mevla cemildir.
“Ey bütün nurların nuru olan! Ey bütün nurları nurlandıran! Ey bütün nurları şekillendiren! Ey bütün nurları yaratan! Ey bütün nurları takdir eden! Ey bütün nurları idare ve tedbir eden! Ey bütün nurlardan önce mevcut olan Nur! Ey bütün nurlardan sonra var olan Nur! Ey her nurun üstünde olan Nur! Ey hiçbir eşi ve benzeri olmayan Nur!”
“… Kalbimde nur, dilimde nur, kulağımda nur, gözümde nur, arkamda nur, önümde nur, altımda nur yarat. Allah’ım bana nuru azametli ver. Sağımı ve solumu nurlandır. Beni nura gark eyle!”
Yorumlar kapalı.