Nazım Beratlı

Tarihe geçmek







İnsan neden tarihe geçmek ister, hiç düşündünüz mü?
   Ölümsüzlüğe ulaşmak için… Eski Yunan’daki Olimposlu Tanrılar dönemi gibi, sıradan bir fani olmaktan kurtulup, ölümsüz bir tanrı olmak için… Peki tarihe nasıl geçilir?
   Bunun bir tek yolu vardır: Tarihçiler sizi yazarsa, tarihe geçersiniz… O kadar! Bir ikinci yol yoktur…
   Kimileri M.Ali Kılıçbay’ın deyimi ile bir yerlerde aksakallı bir “tarih baba”nın oturup, bütün olayları bir yevmiye defterine yazdığını, sonra da bunlar arasından kayda değer olanlarının seçilip, bir defter-i kebire geçirildiğini ve bunlardan tarihin ortaya çıktığını sanırlar.
   Oysa tarih, tarihçilerin yazdıklarından ibarettir. Homeros anlatmasa, kimsenin Truva’dan haberi olmazdı…
   Aslına bakarsanız tarih taa 19.yy ortalarına kadar, edebiyatın bir bölümüdür. Destanlar, menkıbeler, mesellerden oluşur. 1850’lerde, Sosyolojiyi kuran Comte’a öykünen bir Alman, Leopold von Ranke, aynen toplumbilim gibi, bir de tarih bilimi olabileceğini ileri sürdü. Arşivlerdeki belgeler, eski yazmalar, eski kitapların tozlu yapraklarından yeni bir bilim doğacak; tarihte yaşandığı belgelerle kanıtlanan olayların ardı ardına dizilmesi ile geçmiş aydınlatılacaktı. Von Ranke’nin tarih disiplini, tarihi bir bilim haline getiremedi. Nedenleri bu yazının sınırlarını çok aşar ama çağın büyük tarihçilerinden E.H.Carr’a “sadece aptallar tarihte bir yerlerde objektiv bir çekirdek var ve tarihçi bunu bulur sanırlar” dedirterek, devrini tamamlayan bu anlayış, bir tür “olaylar dizini anlatıcılığı” yapmaktan öteye gidemedi… Her tarih yazıcısı, tarihte bir kahraman, bir de anti-kahraman yaratıp, taa klasik tragedyalardan beri izlenen yolu, birkaç arşiv belgesi sosuyla tadlandırarak servis yapmaktan öteye, gidemedi. Ayni olayı, örneğin Yunanlı tarihçi başka; Türk tarihçi başka başka anlatıyordu. Neden? Rankeci tarih, ulus devletlere argüman yaratmak üzere tasarlanmıştı da onun için! Ne var ki iş bununla da bitmez… Bu tarih anlayışının adeta puta çevirdiği arşiv belgeleri, sonuçta resmi kayıtlar olup, yazılırken tarihe gerçeği aktarmak üzere değil; o devlete egemen olanların o günkü politikalarına haklılık kazandırmak üzere kaleme alınmış olduğundan, bir olay üzerinde iki farklı arşivden ayni izlenimi edinmeniz, olanaksızdır da ondan.
   Bu, kahraman/anti-kahraman eksenli tarih anlayışına, ilk karşı çıkan ve tarihin kahramanların değil üretici güçlerin çatışmasının geliştirdiğini ileri süren, Karl Marx’tır. Marxist tarih yazıcılığının dışında, bu anlayış 1960’lardan başlayarak, Anglo Sakson tarih yazıcılığının, dışına itilmeye başlandı. Fransa’da ise daha 1930’larda ortaya çıkan Annales ekolü bu anlayışı dışlayarak, “total tarih” denilen bir başka tarih yazma anlayışını gündeme getirmekteydi. Bu yeni anlayışlar, tarihi siyasi tarih, savaşların meselleri, büyük adamların maceraları falan olmaktan kurtarıp, sıradan insanların geçmişteki sıradan yaşamlarının, değişime, gelişime ve toplumsal ilerlemeye nasıl yol açtığını anlatan bilimsel bir disiplini kullanan, bir sanat haline getirdiler. Klasik tarih anlayışı Fransa, İspanya ve İngiltere arasında Atlantik Okyanusunda belki de yüz yıl süren Morina Savaşlarını anlatırken, örneğin F.Braudel Akdeniz isimli kitabında, 16.yy’da Paris yoksullarının kış dönemindeki en önemli protein kaynağının bu balık olduğunu ortaya koydu. Savaşları değil, yaşamı anlattı… Zaten yaşam içinde savaş bir “derogasyon” değil mi? Yaşamı anlayınca, savaşı zaten kavrarsınız…
   Böylece tarih, “geçmişteki yaşamı, bugün, bugünün bilgisi ile yeniden kurgulayarak, alınacak derslerin geleceğin kurgulanmasında işe yaramasına yol açan, bilimsel disiplini kullanan bir “sanat” haline geldi… Aslına bakarsanız, bu anlayışı ilk defa ortaya süren de 20.yy tarihçileri değil, taa 12.yy’da yaşamış olan İbn-i Haldun idi ama ulusçuluk çağının, politikacı yalakası tarihçileri, onu unutturmuşlardı… “Tarih değişimin bilimidir” anlamına gelen sözler, İbn-i Haldun’a aittir… Marx da ondan yola çıkarak, “Tarih bütün bilimlerin babasıdır” der… Ayni gerekçe ile…
   Her neyse… Bu yeni tarih anlayışı, artık tarihçilere, tarihsel olgu (yani tarihe yazmaya değer olay) sorununda “değişimin dinamiğini oluşturan olay ve kişilerin” yazılmasını vaz etmektedir.
   Kavga, patırtı çıkaranların değil, değişimin dinamiğini oluşturanların!… Değişimin karşısında salya sümük direnenlerin değil! Değişimin dinamiğini kuranların… Geçmişe sarılanların değil, geleceği kurabilenlerin maceralarına yer vardır, artık modern tarih yazıcılığında… Ve gelecek kuşakların, yalnız onlardan haberi olacaktır…
   Tarihe saplananların tarihe geçmesi, artık mümkün değildir… Tarih bile onları kusuyor… “Tarihe geçip ölümsüzlüğe kavuşacağını” sanarak, niza çıkaranlar, Olimpos’a tırmanıp tanrılaşma, ölümsüzlüğe kavuşma niyetlerine ulaşamayacaklardır.

Tarihe geçmek
Yorum Yap

Yorumlar kapalı.