Burada hemen bir saptamada bulunalım ki tarihin bir bilim olduğu iddiası, “meslekten tarihçiler” in söyleye geldiği gibi önce Leopold von Ranke tarafından ortaya atılmış olmakla birlikte, böyle bir bilimsellik iddiasının genel kabul görmesine neden olan, “profesyonel tarihçiler” değil, Karl Marx’ın bizzat kendisidir. Marx, kendi sosyalizm anlayışını öncekilerden ayırmak için, kendi anlayışını “Bilimsel Sosyalizm” diye tanımlamıştır. Bu isimlendirmenin, kendisinin ütopik sosyalistler diye tanımladığı öncüllerinden iki farkı vardır. Marx, doğal yasalar gibi, toplumsal yasalar da bulunduğuna inandığı için, ekonomide yaşamı yönlendiren ana etkenin “artık değer” olduğunu ileri sürmüştür. Tarihsel gelişimin de üretim güçleri arasındaki çatışmaların bir sonucu olduğunu düşünen Karl Marx’ın sosyalizm düşüncesine ikinci katkısı da tarihi bu gözle yorumlayan Tarihsel Maddecilik adını taşıyan ve bugün de pek çok tarihçiyi etkileyen önermesidir. Bilimsel sosyalizm’in önerdiği her şey bilimsel olduğuna göre, Marx’a göre tarih de doğal bilimler gibi bir bilim olup, doğal bilimlerde olduğu gibi tarihte de olayların gelişimini önceden öngörmemizi sağlayacak, genel yasalar vaz etmek mümkündü. Bu satırların yazarı, tarihsel materyalist görüşe katılmakla birlikte, tarihte geçmişe bakıp, geleceği de birebir öngörecek genelleyici yasaların bulunmadığını düşünmektedir. Ünlü galat-ı meşhur’un aksine, “Tarihte tekerrür yoktur”… Zira tarih içinde ayni koşulların bir kez daha oluşması mümkün değildir. Zaten, tekerrüre inanmak, Karl Marx’ın kendisine ters düşmek olurdu, zira tarihte ayni koşulların birden çok kez oluşması için, ilerlemenin durması, zamanın donması gerekirdi. Birbirine hiç benzemeyen, değişik ortamlarda, farklı koşullarla ortaya çıkmış ve bir defa yaşanmış olaylara bakarak, yeterli örneklemeyi elde etme olanağı yoktur ki geneli, yâni zamanın tümünü bağlayacak bilimsel yasalar vaz edilebilsin.
Tarihsel olayların yaşanmış ve bitmiş, bir daha tekrarlanamaz, denenemez ve kanıtlanamaz oluşu, tarihin bir bilim olmayıp, sanat ve hatta zanaat olduğunu ileri süren düşünürlerin başlıca dayanağıdır.
Marx’ın tarihi bir “bilim” olarak yorumlaması, yorumun gerekçeleri ve açınımı göz önüne alınmadan, basit bir slogan olarak ele alınıp, bellendiği zaman, içeriğinden de soyutlanıp, skolastik bir ilke halini alır. Karl Marx, evet tarihi bir bilim olarak ele alıyordu ama hangi şartlarda ve nasıl bir tarihten söz ederek? Alman İdeolojisi’nin el yazması nüshasında, altını bizzat Marx’ın kendisinin çizdiği bir dipnot vardır. Düşünür oraya şöyle yazmış:
“Biz, yalnız bir tek bilim tanıyoruz o da tarih bilimidir. Tarih iki yönden incelenebilir. Tarihi doğa tarihi ve insan tarihi olarak ikiye ayırabiliriz. Bununla birlikte bu iki yön birbirinden ayrılamazlar; insanlar var oldukça, insanlar tarihi ve doğa tarihi karşılıklı olarak birbirini koşullandırırlar. Doğa tarihi, yeni doğa bilimi ile belirtilen şey, burada bizi ilgilendirmez. Buna karşılık insanların tarihi ile ayrıntılı bir biçimde uğraşmamız gerekecek…”
Bu pasajdan, Marx’ın “tarih” deyince ne anladığı da ortaya çıkar. Bu anlayış, çağdaş tarihçilerden yalnız Braudel ile örtüşüyor. Braudel’in, üç kattan oluşan devinimli “tarih’i”, “değişimin bilimi” dediği tarih anlayışı, anlayış olarak Marx’ınkinin aynısı! Ama o bir Marxist değil! Ona göre, zeminde doğanın değişimi yatar. Bu çok yavaş gelişen bir değişimdir ve insan gözü ile takibi mümkün değildir. Orta katta, toplumun değişimi, üretim biçiminin değişimi bulunur. Bunun da hızı, ilkinden süratli ama en üsttekinden yavaştır. En üst katta ise bireysel ve politik değişiklikler yaşanır. Siyasi tarih, bu kattadır ve en süratli değişim de burada olur. Tarih bu değişimleri inceleyen bilimdir, Braudel’e göre…
Bunun yanında, 19.yy pozitivistlerinin başını çektiği bir tarihçiler grubu, tarihin bir sosyal bilim olarak sayılabileceğini ileri sürerler. Bu görüş Ranke’nin önderliğindeki pozitivistlerle sınırlı olmayıp, örneğin Carr, Braudel, Collingwood gibi çağımızın büyük tarihçileri de tarihin bir bilim olduğunu ileri sürerler. Ne var ki Carr, tarihin bir bilim olmadığını ileri sürenlerin dayanaklarına saygı duyduğunu belirtir. Öte taraftan Tosh, tarihin bilimsel yöntemleri kullanarak araştırma yapan bir disiplin olduğunu söyler. İggers, tarihin sanat da değil, zenaat olduğu görüşündedir. Post – modernistler zaten üniversitelerde böyle bir kürsünün gereksiz olduğu düşüncesindedirler. Jenkins, bu tartışmanın bile modasının geçtiğini ileri sürer. Ama tarihin bir bilim olmadığı konusunda, kuşku duymaz. Ona göre tarih, ideolojik bir faaliyetten ibarettir. Evans’ın bu konudaki düşüncesi ise tarihin bilimsel yasanın değişmez kesinlikteki kestirim gücüne yaklaşmasının bile söz konusu olmadığıdır. Evans da tarihin bir sanat olduğunu düşünüyor. Durkheim, böyle bir bilim bulunmadığını, bunun ancak sosyolojinin ilerlemesine yarayacak bir yardımcı bilim olarak ele alınabileceğini ileri sürer. Fernand Braudel, “ Tarih bana toplumsal bilimin bir boyutu olarak görünmektedir” der. Hayden White, “bilimsel yöntemler kullanan bir zenaattir” diye yazar.
Bence tarih, bağımsız bir bilim, değildir. Tarihçilik, bilimsel bir disiplinle geçmişe değgin araştırmalar yapan ve bunları yeni baştan günümüzün bakış açıları ile kurgulayan bir sanattır. Ne var ki “ Tarihçilerin metinleri kurguysa (bir anlamıyla edebi kompozisyonlar olarak öyledir) bu kurguların ham maddesi de doğrulanabilir olgulardır.”
Ancak bütün o “doğrulanabilir olgular”, zaman içerisinde, ayni nedenlerin, ayni sonuçları yaratacağına ait genelleyici yasalar vaz edemediklerinden, tarih bir bilim değildir. Peki, o zaman romancı ile tarihçinin farkları nedir?
Hobsbawm, bu konuyu şöyle açıklar:
“Tarih bir tahayyül etme sanatı olsa bile bulunmuş nesneleri icat etmeyen, onları düzenleyen, bir tahayyül sanatıdır. Gerçi tarihçi olmayan insanlar, özellikle de tarihsel malzemeleri kendi amaçları doğrultusunda kullananlar, aradaki bu ince ayırımı vurgulamayı, bilgiçlik taslamak ve önemsiz bir çaba olarak görebilirler.”
Bir başka büyük İngiliz tarihçi, Collingwood, “İmgelemin işleri olarak, tarihçi ile romancının işleri, farklı değildir. Farklı oldukları yer, tarihçinin işinin doğru olduğunun söylenmesidir.” diye yaklaşır konuya. Ve “tarih bir bilim olsa bile, özel türden bir bilim olurdu” diyerek, tarihin felsefi bir sanat olduğunu ileri sürer.
İşte bu aktarılanlardan dolayı, tarihçinin kendi zihninde yeniden canlandırdığı geçmişin, gerçeğe ne kadar benzediği, onun bitirdiği okullar ile değil, kendi zihni ile ilişkilidir. Bunun için, geçmişe ait kaynaklara ulaşabilmek, bunları yorumlayacak bir dünya görüşüne sahip olmak ve geçmişe ait bu kaynakları ele alırken, tarih metodolojisinden yararlanacak zekâ ve bilgiye hakim olmak, gerekir…
Collingwood, “Tarihsel soruşturma, tarihçinin önüne kendi zihin güçlerini serer. Tarihsel olarak bilebildiği her şey, kendi kendine düşünebildiği düşünceler olduğundan…” Yâni, ayni kanıtlar karşısında, her tarihçi kendine göre ve kendi kadar düşünür, her hangi bir tarihsel olgu ya da belgeyi, her tarihçi ancak ve yalnızca, kendi gibi kavrar.
Burada metodoloji ile ilgili bir opsiyon bıraktığımızı belirtmekte de ayrıca yarar var. Zira Metod sorunu da ayrıca ele alınması gereken, başlı başına bir önemli sorundur. Konuyu, Evans’tan bir pasajla bitirelim:
“Tarih yalnızca terimin zayıf anlamıyla bir bilim değil, yetenekli ellerde edebi bir biçim ya da dille ortaya konulabilen ve diğer edebi sanat ürünleriyle kıyaslanabilecek ve böyle olduğu geniş ölçüde teslim edilebilecek bir sanattır ya da öyle olmalıdır. Ve büyük Fransız tarihçisi Marc Bloch’un ısrarla belirttiği gibi bir zanaattır; çünkü onun uygulayıcıları malzemelerini ve aletlerini nasıl kullanacaklarını iş üstünde öğrenirler… Gerçekten bilimsel bir tarih arayışı içinde olmak, bir serap peşinde koşmaktır. ”
Yorumlar kapalı.