Belden başlayıp, kalçanın tam ortasından geçerek, bacağın arkasından diz altına doğru uzayıp giden ve genellikle, bel omurlarının daralıp, omurilikten çıkan sinir köklerini baskı altına almasıyla ortaya çıkan ağrıya, Siyatik Ağrısı denir. Bu ismin nedeni, bacağı uyaran ve tıbda Nervus İsciadicus, yani İsias’ın Siniri diye adlandırılan sinirdir. Tıp Fakültesinde okuduğumuz yıllardan beri, bunu biliriz de, İsias’ın kim olduğunu merak etmek, nedense aklımıza pek gelmezdi. Meğer bu İsias, Kıbrıslı imiş… O da önemli değil, kendisi tarih boyunca bizim Lefke’ye bağlı olan Maratasa’dan olmakla, hemşehrimiz de oluyor.
Latin döneminin ünlü Kıbrıslı tarihçisi Maharias’tan öğrendiğimize göre, vaktin birinde, Bizans’ın ünlü asilzadelerinden biri, Lord Manuel Voutoumitis, Kıbrıs valiliğine atanır. Kendisi, bir gün sabah, bizim de çok iyi bildiğimiz Maratasa vadilerinde ava çıkar. Bu bölgede, dağlar arasındaki patikalarda av peşinde dolaşırken, valinin karşısına bir keşiş çıkar. Valinin yolunu kesen bu keşiş, çekilip yol vermeyince, Manuel Voutoumitis, buna bir tekme yapıştırır. O anda, lordun bacağına bir ağrı saplanıp kalır. Ağrıyla birlikte, gözleri önünde beliren bir görüntüde de gidip keşişten af dilemediği takdirde, hiçbir hekimin, bu ağrıyı geçiremeyeceği, kendisine tebliğ edilir.
Aynı anda, keşişe de bizzat Meryem Ana’nın kendisi görünür. Ona da tebliğ edilir ki; vali af dilemeye gelecektir ama, onu affetmek için, kendisinden, Bizans sarayındaki bir tabloyu Kıbrıs’a getirip, keşişe teslim etmesi istenmelidir.
Zavallı vali, keşişin peşine düşüp, onu durdurur ve gözyaşları arasında, af diler. Keşiş, Manuel’i affeder ve ağrı, anında geçer. Daha sonra, bizim Mariefti (o bölgede Maratasalılar’a böyle denir), Manuel’e Meryem Ana’nın isteğini bildirir.
Manuel, durumu imparatora aktarmak üzere Bizans’a gittiğinde, bir de bakar ki; imparatorun kızı, ölüm döşeğinde. O kadar hasta ki, hiçbir hekim, derdine deva bulamıyor. Bu koşullar altında, imparatora bir resimden bahsetmek, imkansız. Ne var ki, keşişten söz etmek mümkün.
Kıbrıs Valisi, Bizans imparatorunun karşısına çıkıp, adada böyle marifetli bir keşiş tanıdığını, onu şehre getirirlerse, belki de prensesin iyileşebileceğini arz eder. İmparator, hemen adaya bir gemi gönderip, keşişi Bizans’a getirttirir. Manuel’in tahmin ettiği üzere, prensesin iyileşmesi için, keşişin ellerini cübbesinden çıkarıp, yatan kızın üzerine uzatması, yeter. Prenses, bir gül gibi açılarak, yatağından dışarı uğrar.
İmparator, keşişi hediyelere boğmaya hazırlanırken, o dizlerinin üstüne çökerek, ondan sarayındaki o resmi ister. İmparator, vermeğe hiç de hevesli olmadığı bu resmi, kızının hatırına, Maratasalı keşişe verir.
Resmi yapan, St. Luke’dur… Rumların deyişiyle Ayios Lukas… İsa’nın havarilerinden biri…
Keşiş, kıymetli hediyesiyle adaya döner. Maratasa dağlarında bir yere, bir kilise yaparak o resmi içine koyar.
O kilise, bugünkü Cikko Manastırı’dır. O Resim ise, şu anda da manastırda duran, Hıristiyanlık dünyasının en kutsal üç ikonundan, biridir. Diğerleri, Sümela Manastırında olup, 1922’den sonra Atina’da saklanan ve kuzey Mora’daki Megaspelion Manastırında muhafaza edilen iki ikonadır.
Cikko Manastırı’nı kuran, St. Luke ikonunu alıp buraya getiren ve bacak ağrılarını kah getirip, kah tedavi eden bu Maratasalı keşişin adı:
Keşiş İsias’tır…
Nervus İsciadicus… Ya da İsias’ın Siniri… Siyatik ağrısının adı, meğer bizim Maratasalı’dan gelme değil miymiş?
Bugünlerde, hava acayip soğudu. Oturduğum ev, Kambos Deresinin denize döküldüğü yerdedir. Dağlardan hışım gibi inen kar soğuğu, bir boğaz oluşturan dere yatağından uğultularla inerek, vadinin öte yakasındaki Cikko’nun havasını getirir. Siyatik ağrım da bir azar ki, sormayın!
Rahip İsias’ı, Manuel Voutoumatis’i, Maharias’ı anımsarım. Bacağım zonk zonk attıkça, vadinin yukarılarına bakar, İsias’ın dolandığı orman kuytularına gidebilmek mümkün olsaydı ve onu patikalardan birinde öylesine dururken yakalayabilseydim, önce bir tekme atar, sonra da peşine düşer af diler miydim, diye düşünürüm…
Kutsal bir adada yaşadığımı hatırlar, bir voltaren yutar, ağrıya katlanırım.
Rahip İsias’ın kurduğu Cikko Manastırından gelen soğuk, bana yaz meltemleri kadar, tatlı gelir.
Çocukluğumda amcamla birlikte dolaştığım Maratasa vadilerini, yanık kokulu kekikleri, eğrelti otlarını, çınar ağaçlarının kokusunu, kirazların tadını anımsarım. Koskoca Fenerbahçe’nin kaptanı Basri Dirimlili’nin, Lefke’ye transferini kutlamak için, o vadilerde yapılan piknik gelir gözlerimin önüne; Cahit Vankadra aslan gibi bir solbek idi… Kara Mehmet (Baykul canım, şimdi muhtardır) penaltı atarken, kaleciler titrerdi. O gün o eğrelti otları arasından akan derelerde soğutulan karpuzlar, otuz iki dişe keman çaldırmaktaydılar. Etraftan Rumca sesler yükselmekteydi ve Basri; Kara Mehmet’in omuzlarında, keyif ve utançla gülüyordu…
Yıllarca sonra da dolaştım o vadileri… Mevsimlerden kıştı ve çamlar altında uzanan bir bayırda, az önce geçmiş bir tavşanın ayak izleri vardı… Bembeyaz kar üzerinde, siyah simetrik noktalar…
Rahip İsias, acaba çamların arasından, eğrelti otlarının dibinden ya da çınarların tepesinden bize bakıp, gülümsemiş miydi?
Nazım Beratlı
Diğer Yazıları
Köşe Yazarı
Yorumlar kapalı.