
1974’te esir kampında okumuştum… Oktay Akbal’ın bir hikâyesidir… “Önce Ekmekler Bozuldu”… Öykünün ilk cümlesi de budur… “Önce ekmekler bozuldu, sonra her şey” diye başlar ve ll. Dünya Savaşı yıllarında, Türkiye’de değişen değer yargılarını anlatır… Gerçekten de bir ülkenin dükkânlarında satılan ekmek çeşitlerinin bolluğu ile o ülkenin refah seviyesi arasında doğrudan bir ilişki vardır.
Ta bizim nesle kadar, Kıbrıs’ta ya da başka bir yerde hiç fark etmez, Türk insanı birini yemeğe davet ederken, “Buyur ekmek yeylim” derdi… Rahmetli ninemin “sabah ekmeği, öğlen ekmeği, akşam ekmeği” dediğini, hatırlarım…
Stefanos Yerasimos, Bizans mutfağının temelini, üç gıdanın oluşturduğunu yazar: Ekmek, şarap ve zeytinyağı…
Fernand Braudel de “zeytinyağı uygarlığın, sadeyağı barbarlığın yağlarıdırlar” der… Yerasimos’a göre, Türklerin Bizans ve dolayısıyla batı uygarlığına hediye ettiği gıdalar ise şeker ve pirinç’tir.
Beri yandan, Türk mutfağının da ana gıda maddesinin ekmek, yani buğday olduğunun tek kanıtı, yukarıda babaannemden aktardığım deyimler değildir. Türkçe’de, “katık” diye bir sözcük daha vardır ki ekmeğe katılan, ekmek dışındaki bütün gıdaları kasteder. Yani bir ekmek vardır ve bir de diğer bütün gıdalar.
Şimdi moda olan diyet programlarında, karbonhidratların yüksek kalori değerleri nedeniyle, adeta suçlu ilân edilen ekmek, aslına bakarsanız, tahıl tarımına elverişli olmayan kuzey Avrupa’nın bataklıklarında yaşayan bazı kavimler dışında, tarih boyunca insanlığın ana gıdasını oluşturmuştur. Bir zamanlar rastlaştığım bir Rus, bana “Türkler ekmek yiyen bir halk mıdırlar?” (Are Turks, a bread eaten people?) diye sormuştu da gülmüştüm… İngilizcesi de sorunlu ama anlamıştım ne demek istediğini… Bakın, Ruslar da “bread eaten”! Zira Ukrayna ovaları sadece “nataşa” yetiştirmiyor… Dünyanın en verimli tahıl depoları var orada… Kuzeyliler, ekmek yiyen halklar değillerdirler zira buğday yetiştirecek tarlaları yok… O bir şey değil, bütün orta çağ boyunca çok pahalı bir şey olan, un alacak paraları da yoktu… Fakr-ü zaruret dolayısıyla, ekmeksiz beslenmek zorundaydılar…
Ama çark dönüp, sanayi devrimini onlar yapınca, “egemen olan kültür, egemenin kültürüdür” düsturu, hükmünü gösterdi ve sanki de 18.yy sonlarında aç kaldıkları için, o güne kadar hayvan yemi olan patatesi topraktan söküp de yemek zorunda kalanlar başkaları imişçesine; bunların mutfak kültürleri de dünyayı istilâ etti… Sanki de açlıktan öldükleri için, topraktaki kökleri söküp de yiyen başkaları idi ve sanki de Amerika’yı iskân eden İrlandalılar ve Polonyalılar, oraya zenginliklerinden göçmüşlerdi…
Böylece onların bulamadıkları için yiyemedikleri ve ondan dolayı mutfaklarında yeri olmayan ekmek; uygarlığın menüsünden, çıktı… Şimdi, nazenin tazelerimiz, ekmek yemeyerek, “modern” olduklarını sanıyorlar… Burger yemekte bir beis yok ama… Kahrolsun bulgur köftesi…
Uygarlığın ekseni, Akdeniz çevresinden; Atlantik çevresine sıçrayınca, doğal olarak kültürel egemenlik de o tarafa atladı… Tarih içinde adamların sefaletlerinin işareti olan mutfakları da geldi, Akdeniz’de kendine yer buldu…
Evet…
“Önce ekmekler bozuldu… Sonra, her şey…”
Bir toplumun bozulması, yani kültürel anlamda kendini terk edip, başka ve aslında kendine ait olmayan değerlere geçmesi de ilk önce yediğinden, içtiğinden başlıyor…
Ekmekler bozuldu mu, iş şirazesinden çıkıyor demektir… Ardından her şey bozulacak, dikkat edin demektir…
“Hade gece ekmeğini yeyelim” de uyduğunda gene devam ederiz…
Yorumlar kapalı.