Nazım Beratlı

Fikrimin ince gülü







Türkçe gazete geleneği, Batı gazeteciliğinde pek olmayan bir özelliğe sahiptir… Günümüzde, artık sadece Çetin Altan ve Engin Ardıç’ın temsil ettikleri, edebi değeri olan fıkra yazarlığı… Tercüman-ı Ahval’den başlayarak, Türkçe gazeteler, genellikle edebiyatçı olan bir başyazar etrafında kümelenmek gibi bir gelenekten gelmişlerdir. Türkçe gazeteciliğin tarihine bakanlar, başyazarların genellikle önce edebiyatta ünlenmiş gerçek yazarlar olduklarını, görürler. Yanılmıyorsam, batı türü profesyonel gazetecilerin Türk basınına girmeleri ve önce gazeteci, sonra yazar bir kuşağın, gazete yazılarından kitap türetmeleri geleneği, rahmetli Abdi İpekçi’nin Milliyet’in başına geçmesinden sonra başlamış bir akım olup, ondan önce gazete köşe yazarları ve özellikle de başyazar, edebiyatta kendini kanıtlamış, cild cild kitapları yayınlanmış, bilinen yazarlardı.
Türkçe gazete geleneğine sanırım Burhan Felek gibi eski ustaların Rahmi’nin Kahvesi türü Pazar dizileri ile giren bir geleneksel yazın türü de vardır.. Refik Halid Karay, Refii Cevat Ulunay gibi “yüzellilik” (Bunlar, Kurtuluş Savaşı’nı bir macera diye yorumlayıp Atatürk’e karşı çıkmış olduklarından, savaş sonrasında Türkiye’den kovulan ve sonra da bizzat Atatürk tarafından affedilip, ülkeye geri dönmeleri sağlanan 150 kişi arasında olduklarından bu sıfatla anılırlardı.) eski büyük ustaların gazete köşelerini yetişemedim. Ve hatta ben Refik Halid’in ne kadar büyük bir yazar olduğunu, kırkımdan sonra keşfettim… Ama Burhan Felek’in tiryakisi olmak şansına tevellüdümüz izin verdi…
İşte bundan dolayı da o zamanlar gazetelerin başyazıları, edebi değeri de olan ve edebiyat sanatında “fıkra” diye adlandırılan türden, yazılardı… Yazın sanatı bakımından fıkra ile anekdot’u, karıştırmayalım lütfen… O Nasrettin Hoca üzerine anlatılanlardan esin alan kısa hikâyeciklere biz fıkra diyoruz ama aslında onlar anekdot… Fıkra, bir fikri, olayı v.s.yi ele alıp, edebi tatla birkaç sayfa içinde inceleyen fikir yazısına verilen isimdir, Türk edebiyatında… Biz anekdot’a fıkra, fıkra’ya da makale diyoruz… Oysa makale de bilimsel bir konuyu, bilimsel metodu kullanarak inceleyen yazıdır ki gazetede hiç çekilmez… Zira yazması da okuması da uzmanlık işidir… Okunmaz gazetede… Çetin Altan’ın Türkiye Büyük Millet Meclisi kürsüsünden söylediği gibi “Ertesi gün kese kâğıdı olacak “ gazete, süratli tüketilen bir üründür. Ömr-ü saltanatı bir günceğizciktir… Bu bakımdan, oradaki bilimsel makaleyi okuyacak sabrı var olan okur bulmak, olanaksızdır. Ve gazete denilen ceride, tirajla yaşar… Okunmazsa, batar… İşte bundan dolayı, makale değil, fıkradır gazete köşe yazarlarının yazdıkları tür aslında… Ama biz, makale diyoruz, olsun…
Benim yazılarımsa, fıkra da değiller…
Hadi, size bir sırrımı vereyim… Ben, daha taa lise son sınıfta iken, ( Bir asır önce miydi neydi ey Allahım? Biz de mi ihtiyarladık?) o zamanki Edebiyat öğretmenim sevgili Gülgün Serdar, çok iyi “sohbet” yazdığımı fark etti… Sohbet, edebiyatımızda unutulan kısa yazı türlerinden biridir. Nasıl ki fıkra, deneme, makale var; bir de sohbet denilen yazı biçimi vardır. Bu biçimde yazar, sanki de karşısında biri varmış ve ona bir şey anlatıyormuş gibi yazar.. Gülgün Hocanım, benim bu türü iyi yazdığımı fark etti… Neden iyi yazıyordum?
Benim çocukluğumda, Elye’de elektrik yoktu… Köye gittiğimizde, akşamları fanuslu lâmbalar yakılır, bataryalı radyodan Ankara Radyosu’nda “havadisler” dinlenir ve saat tam sekizde başlayan “Masal Saati”nin ardından, çocuklar uyuyakalırlardı… Ben anamdan bir gece kuşu olarak doğduğum için ve kudretten de lafazan olduğumdan, anamın nenesi beni karşısına oturtur ve “Dut ay oğlum” diye diye, bana “mesel” anlatırdı…
“Dut ay oğlum”… Yâni, ezberine al… Ezberine al ki senden sonra gelecek nesillere aktar… Türk halk edebiyatı, diğer bütün halk edebiyatları gibi, yüzyılları böyle sözlü olarak aşıp geldi… Ben,  Dede Korkut’u kitaptan okuyarak öğrenmedim örneğin… Hazreti Ali’nin Kan Kalesi Cengi’ni, Hayber Kalesi Seferi’ni ve daha bir dünya şeyi, anamın nenesinden sözlü olarak ezberledim… İşte bundan dolayı, birini karşıma alıp da ona bir şey anlatmayı, daha konuşmayı öğrenirken öğrendim desem, lâfım yabana gitmez… Ve işte bunun için, sohbet yazmak, benim için dünyanın en kolay işi idi… Hocam bu geçmişimi bilmediğinden, sohbetlerimi o zaman yayınladığımız Gazi isimli okul gazetesine basarak, bana ön verdi… Hâlâ, gazete yazılarında da sözlü yayıncılıkta da kullandığım üslup, budur… Derslerimde de… Bu türde karşınızda biri varmış gibi yazdığınız ya da konuştuğunuz için, elbette ki bir de siz varsınız… Kendiniz… Ve sık sık da “ben” demek zorunda kalırsınız..
Oysa, Osmanlı toplum düzeninde kendinden “ben” diye bahsedebilecek bir tek kişi vardır, padişah! Ondan başkası, birey değil de kul olduğundan, “ben” diyemez… Ayıptır… İnsan kendi kendinden hadi hadi “bendeniz” yâni kulunuz, köleniz diye bahseder… Karısından da “cariyeniz” diye bahseder Osmanlı insanı, ey ihvanlar… Yâni… Hade söyleyip da belâ çıkarmayayım…
Evet, böyle bir kültürün insanı, eğer fikirsel ve duygusal alt yapısını gidip de o düzenin karşıtı olan Yörük sözlü kültüründen edinir de o kültürün etkisiyle sohbet yazmaya girişirse, işte sonunda korkmadan “ben” der ve yadırganır…
“Kendinden bahsediyor” sanılır v.s. Oysa, kullandığımız yazınsal türün gereği idi bu… Şimdi yaptığımız da o… Bakın aha ben bile sonunda “biz” dedim, kendimden söz ederken…
Ne diyorduk?
Normal, adam gibi bir ülkede yaşasaydık da her hafta böyle “mesel”ler anlatabilseydik, diyorum… Eski Türkiye gazetecileri gibi…

Fikrimin ince gülü
Yorum Yap

Yorumlar kapalı.