Krıacos Djambazıs

Ah Alim, bu demokrasidir suçlu






   Dostum Ali Baturay’ın 25/11/2019 tarihli, ifade özgürlüğüne değindiği ve vatandaşların düşünce ile fikirlerini serbestçe açıklamaları haklarını irdelediği köşe yazısını dikkatle okudum. Bu yazıda, hükümet eden elitin davranışlarıyla, devlet çalışanlarının kamusal söylemine yasak koymak ve “Düşünce, Söz ve Anlatım Özgürlüğünü” korumak doğrultusunda düzenlenmiş 24. Madde’yi yeniden düzenleme girişiminde bulunmak suretiyle demokrasiye saldırdığına değiniyor. 24. Maddeye göre, her birey düşüncelerini iletişim araçlarını kullanmak suretiyle sözlü olarak, yazılı olarak, resimlerle ve farklı gereçlerle ifade edebilir. Bu doğrultuda, devlet çalışanı tek bir kelime olarak “işgal” kelimesini gizlemeden ve açık şekilde kullandığında hapse atılmakla tehdit ediliyor. Şu anda birey herhangi bir yasal kovuşturma olmaksızın bu kelimeyi kullanabiliyor. Peki, o zaman neden bu kelimeyi Türk dili sözlüğünden çıkarmıyorlar? Bu şekilde böyle bir kelime olmaz. Ali vatandaş için, vatandaşın geleceği için, kaderi için ve kelepçe vurulabilecek kültürel dil için endişeleniyor. İnsan haklarını gözbebeğimiz gibi korumamız gereken temel olarak addediyor ve bu haklar tehdit edildiğinde veya bu haklara saldırıldığında susmamamız gerektiğini ifade ediyor. Sevgili dostum Ali, bu köşe yazısını bu yüzden kaleme aldı.
   Anayasa yazarları, hukuki ifadelerde, “olmadığı takdirde, halleri dışında” gibi açıklar bırakmaktadırlar. Bu açıklar her dönem hükümetlere vatandaşın hakkını ihlal etme hakkı vermektedir. Bizde, güneyde neyse ki Anayasa’yı değiştirme ve söz ve görüşleri yasaklama pozisyonları yoktur. Böyle bir şey geçmişte, Avrupa Birliği üyesi olmadığımız zaman olabilirdi. Fakat herhangi bir vatandaşı susturmanın farklı biçimleri de vardır. 2004 yılında, Kıbrıs Rum toplumunda “Evet’i” destekleyenler olarak bizlerin en sert saldırılara, nitelendirmelere maruz kaldığımız hatırımdadır. “Hain” olduğumuzu, ülkemizin yeniden birleşmesini desteklememiz için para aldığımızı söylüyorlardı. Günümüzde bile bizi “nasıl çözüm isterse olsun çözüm yanlısı” olarak nitelendiriyorlar ve “Türkçe konuşan Kıbrıslı Rumlar” olarak “tehlikeli” sayıyorlar. 2004 yılında bizi bu şekilde nitelendirmişlerdi ve şimdi de bu şekilde nitelendiriyorlar. Görüşlerimizi korkusuzca söyleyebilmek hakkımız değil midir? Bunun şantaja uğraması 1960 Anayasası’nın ihlal edilmesi değil midir? Psikolojik şantaj daha efektiftir ve hukuki ifadelerin de üzerindedir. Vatandaşların görüşlerini açıkça ifade edebilmelerine ilişkin tedirginlik ve korku uyandırmaktadır. Ah Alim, vah Alim, bu haklar için insanlar kaybedildi, onurlu vatandaşlar katledildi. Yoksa bunun kabahatlisi bu durumlarda verilecek tepkiyi düzenleme yollarını henüz bulmamış olan demokrasi midir?
   Bu haklara nereden ve nasıl vardığımızı bir düşünelim. Çağdaşlaşmacı geçmişi derinlemesine inceleyelim. 1642 yılında İngiltere’deki ve 1789 yılında Fransa’daki büyük devrimleri hatırımıza getirelim. İlk radikal akımlar bu devrimlerden doğmuşlardı. Spinoza, “teolojik-politik inceleme” isimli yayınıyla ilk kez prototip düşünceyi ortaya koyan kişiydi. Spinoza, bu incelemesinde belli bir düzen veya rejimin siyasi iktidar şekliyle nitelendirilemeyeceğine, özellikle iktidar kullanılırken bunun ne denli fazla demokratik olduğuyla ilintili olduğuna işaret etmiştir. O zamandan beridir demokrasi çeşitli aşamalardan geçti ve bugün bulunduğu duruma geldi. Bugünkü durum darken, kastedilen düşünce özgürlüğü, ifade özgürlüğü, farklı görüşleri beyan edebilme, eşit oy hakkının muhafaza edilmesi (bu pratikte ne kadar yapılabiliyorsa tabii), temsili demokrasi ve bundan doğan, ulusal haklar, azınlık hakları ekonomik ve kültürel haklar gibi haklardır. Yunan akademisyen Andonis Liakos’un da
   kaleme aldığı üzere, 1948 tarihli Birleşmiş Milletler Anlaşması’nda icazetsiz ve özgür düşünce, tahammül, kişisel özgürlük, toplumların, şehirlerin, dini ve etnik toplulukların kolektif olarak kendi yönelimlerini tayin hakları, cinsiyet ve ırk eşitliği prensipleri yer almaktadır. Bunlar, haklarla ilgili çağdaş demokrasinin entelektüel koşullarını oluşturan fikirlerdi. 1948 antlaşmasını kaleme alanlardan biri olan ve daha sonra Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komisyonu’nun başkanlığını yürütmüş Kiev Üniversitesi’ndeki Hocam Piotr Netpailo’nun sözleri halen kulaklarımda yankılanmaktadır. Hocam, bize antlaşmada yazanların derinliklerinde yatanları derinlemesine düşünmemizi salık veriyordu.
   Sevgili dostum, sadece bir kelime sebebiyle düşünce ve fikir özgürlüğünün anayasal olarak sınırlandırılmaya çalışıldığından şikâyet ediyorsun. Oysa kelimelerin anlamları vardır ve hükümet edenlerin kendi anlayışlarını ve yorumlarını dayatma çabalarına karşı duran bir rakiptirler. Söylem bağlamındaki kelimeler hedeflerine ulaşırsa tutuculuğu derinden yaralar ve Kostas Varnalis’in “Mezar Taşı” şiirinden bir dizeyle söyleyecek olursak “Baş meleğin tiran öldürücü kılıç darbesidir”.
   Dostum Ali Baturay, kaygını ve endişeni anlıyorum. Fakat küreselleşme ve kurumlar ile hakların içinin boşaltılması döneminde gözlemlendiği üzere, vatandaş bir köşeye itilmiştir ve siyasi arenadan geriye çekilmesiyle nereye yol aldığını hatırlaması ve anlaması için çok daha fazla çaba harcanması zaruridir. İtalyan siyaset felsefecisi Norberto Bobbio’nun da yazdığı gibi, vatandaşlar oligarşik iktidarın bileşenlerinin varlığını sürdürdüğünü giderek daha fazla tespit etmeye başladılar. Dolayısıyla, insanı dikkatin merkezine çekmek büyük bir çabadır. Bu çaba harcanmalıdır. Hepimiz tarafından.
   Bizatihi demokrasinin mütemadiyen ve derinlikli bir şekilde demokratikleşmesine kesin şekilde ihtiyaç vardır. Sessizliğin hüküm sürmesinin büyük vatandaş gruplarına –değindiğin devlet çalışanları gibi- empoze edilmesi durumunda bu muhafazakârlığa, vatandaşın hak ve özgürlüklerinin kabaca ihlal edilmesine götürür. Devamlı surette uyanık kalmak, devamlı surette mücadele, muhafazakârlığın ilerlemesine ve oligarşik düzenin empoze edilmesine karşı durabilecek tüm güçlerin seferber edilmesi zaruridir. Bunun kolay bir mesele olduğu iddiasında değilim. Demokratik sistemin temelde toplumsal alanda politik diyalektiğin yeniden aktive edilmesinden ibaret olduğunu ve fikir çatışması ile otomatik olarak ortaya çıkmadığını, kamusal siyasal faaliyetin fiili kurumları vasıtasıyla şekillendiğini kavramamız gerekir.
   Sevgili dostum Ali, neredeyse bire bir aynı sorunlarla güneydeki vatandaşlar da karşı karşıya geliyorlar. Bunlar güneyde yasama normları ile ifade edilmese de yaratılan mevcut atmosfer içerisinde “Türklerin” tezleri ile özdeşleşme cümleleriyle ifade ediliyor. Bu yolla, dolaylı yönden “hainlik” ima ediliyor. Birçok farklı versiyondaysa siyasi söylemin kısıtlanması vatandaşın politikayla yabancılaşmasına götürür. Eş zamanlı olarak, görüşlerin düşüncelerin ve çıkarımların özgürce ifade edilme haklarının ihlal edilmesine de götürür. Dolayısıyla, bizim, sizin, küçük Kıbrıs’ımızda demokrasi için kaygısı olan herkesin vazifesidir. Biz hepimiz kuzeyde olsun güneyde olsun demokratik hak ve özgürlüklerin susturulması ve ihlal edilmesi çabalarına engel olmalıyız.
   Entelektüel kişiler, nerede yaşarlarsa yaşasınlar susamazlar. Son tahlilde, suskunluk müsamaha ve suça ortak olma anlamına gelir. Zor koşullarda bunun ifade edilmesi için cesaret gerekir. Unutmayalım ki, “cesaret zaruridir, zira siyaseti yaşam değil, ahali oynar” (Arendt’in sınırlı sayıda basılmış olan “Hürriyet, Hakikat ve Siyaset” isimli kitabından). Kıbrıs’ta bu cesarete çok ihtiyacımız vardır. Köşe yazın için seni tebrik ederim.

 

Ah Alim, bu demokrasidir suçlu
Yorum Yap

Yorumlar kapalı.