Yrd.Doç.Dr.Erdoğan Saraçoğlu

Türkçe’nin dünya dilleri arasındaki yeri nedir?






Dilin doğuşu

 

Dilbilimle, dil konusuyla ilgili olalım olmayalım, hemen hepimiz zaman zaman kendimize “Acaba dil nasıl doğmuştur, dünyada en eski dil hangisidir.” diye sormuşuzdur.

Çok eskiden beri, pek çok kimsenin zihnini kurcalayan ve günümüze gelinceye kadar birçok dilcinin üzerinde çaba harcadığı dilin doğuşu sorununun değişik yönleri, aydınlatılması gereken noktaları vardır. Örneğin, acaba konuşan ilk insan ne zaman ve nerede yaşamıştır? Veya ilk konuşmalar ne biçimde gerçekleşmiş, anlaşma nasıl bir dille sağlanmıştır? Ya da diller tek bir kaynaktan mı, yoksa farklı farklı kaynaklardan mı türemiştir?… gibi.

Birbiriyle yakından ilgili bu sorunların, bugün de kesinlikle aydınlatılabildiğini söyleyecek durumda değiliz. Ancak bu konuda bugüne kadar birtakım ilerlemeler olmuş, ilgi çekici yargılara varılmış; dilin doğuşu konusunda bazı varsayımlar ileri sürülmüştür. Fakat insanlık tarihini ele alacak olursak, insanlık tarihi ile ilgili elimizde eskiye dayalı yeterli yazılı belge olmaması, elimizdeki belgelerin de insanlık tarihinin ancak çok yakın bir evresini kapsaması işimizi zorlaştırmaktadır.

Ünlü Fransız bilgini Vendryes, Le langage adlı kitabında, dilin doğuşu konusunda yapılan bazı gereksiz tartışmalara değindikten sonra dil ve söz arasındaki farkı belirtmekte, dili ancak yakın evrelerde alabildiği için insanbilimcilerle birlikte çalışılması gerektiğini ileri sürmekteydi. Gerçekten, ilk konuşmaların nasıl gerçekleştiği, anlaşmanın nasıl bir dille sağlandığı, dilin nasıl doğduğu hakkında, günümüze değin yerli yersiz birçok tartışma yapılmış, birçok varsayımlar ileri sürülmüştür. Konuya daha da açıklık getirmek için, dilin doğuşunu aydınlatmaya çalışan bazı varsayım ve görüşlere burada kısaca değinelim.

 

Dilin doğuşuyla ilgili yansımaları temel alan görüş

 

Hangi dili ele alırsak alalım, doğadaki sesleri yansıtmaya, taklit etmeye yönelen öğelere rastlarız. Bu öğeler insan ve ses bağırmalarıyla kükreme, havlama şeklindeki hayvan seslerini yansıttıkları gibi, ses çıkaran her türlü varlığın seslerini vermeye de yönelirler. Türkçemizdeki havlamak, miyavlamak, gıdaklamak, melemek ve böğürmek gibi hayvan seslerini gösteren eylemlere eğilirsek, bunların temelde belli kalıplarına dökülerek eylemleştiğini görürüz. Üflemek, hohlamak, horlamak, inlemek gibi, insan seslerini gösteren eylemlerde de durum aynıdır.

Sözvarlığı içindeki öteki öğelerden birçoğu da yine bir belli sesin betimlenmesinden ortaya çıkmıştır: takır tukur, çatırtı, takırtı, şırıldamak, gümbürdemek, gümbürtü öğeleri bunların yalnızca birkaç örneğidir. Bazı dilciler, dilin doğuşunu bu tür sözcüklere dayatırken bunların her dilde sözvarlığının ancak küçük bir bölümünü oluşturduğunu göz önünde bulundurmamışlardır. Örneğin Türkçemizde bu türden öğelerin sayısı, olsa olsa birkaç yüz kadardır. Öte yandan dilin sözcüklerinin genellikle birer soyutlama ürünü olduklarını, nesneyle sözcük arasında ses açısından bir uygunluk bulunmadığını da gözden uzak tutmamalıdır.

 

Dilin doğuşuyla ilgili ünlemleri temel alan görüş

 

Kimi bilginler de dilin doğuşunu ünlemlere dayatmış, insanların çeşitli olaylar karşısında ruh ve bedenle ilgili duygularının etkisiyle çıkardıkları ünlemlerin sonradan sözcüklere dönüştüğünü, çeşitli kavramları karşıladığını ileri sürmüşlerdir. Tıpkı yansıma sözcükler gibi, ünlemlerin de her dilin sözvarlığında yerleşmeleri olağandır. Örneğin dilimizdeki oflamak eylemini bu türden sayabiliriz. Ancak bu öğelerin sayısının çok az olması, dilin doğuşunu bunlara bağlamanın da yerinde bir saptama olmadığını gösterir.

Dilin doğuşu konusuna son yıllarda yeniden ilgi duyulmasının nedeni de insanbilim ve ruhbilim alanında yeni ilerlemeler kaydedilmiş olmasının büyük etkisi vardır. Bizce çocuk dili üzerindeki araştırmalar da sorunun aydınlatılmasında yardımcı olacak niteliktedir. Gerçekten, dilin doğuşuyla çocuğun ilk sesleri, ilk sözleri ve bu sözlerin anlattığı kavramlar arasında bir koşutluk olmalıdır.

 

Türkçe dünyada yaygın ve güçlü bir dildir

 

Sibirya’nın kuzeydoğusundan Çin içlerine, oradan Hazar denizine, Anadolu’ya ve Avrupa içlerine kadar pek çok ülkede birçok farklı lehçeleriyle konuşulan Türkçe, aynı zamanda dünyanın en eski ve güçlü dillerinden biridir.

Bugünkü Moğolistan’da bulunan Orhun Yazıtları ve Yenisey nehri dolaylarında, değişik alanlarda ele geçirilerek bugüne kadarki çalışmalarda aydınlatılabilen Yenisey Yazıtları, Türkçenin 6 ve 7.yüzyıllarda bir yazın dili niteliğini taşıdığını göstermektedir. Bu en eski dil ürünlerinde, Türklerin yakın ilişkilerde bulundukları Çinlilerin dilinden ve bazı komşu uluslardan alınmış az sayıdaki sözcükler dışında, Türkçenin kendi ek ve kökleriyle türetilmiş öğelerdeki zenginlik dikkati çekmektedir. Özellikle, gelişmiş bir dilin kanıtları olan soyut kavramlardaki çeşitlilik göz ardı edilmemelidir.

Orhun Yazıtlarında (8. Yüzyıl) geçenbeŋgü ‘ebedi, ebedi olarak’, erdem ‘fazilet’, adınçıg ‘olağanüstü, bambaşka’, yılsıg ‘varlıklı’ gibi örnekler bunlardan birkaçıdır.

Dokuzuncu yüzyılda doğu ve batı Türkistan’da Karahanlı Devleti’ni kuran ve İslamlığı kabul eden  Oğuzlardan bize kalan Divanü Lügati’t Türk, anadilimizin sözvarlığını, o çağdaki dilbilgisi özelliklerini ortaya koyan anıtsal bir ansiklopedik sözlük niteliğini taşır. Bu eser Araplara Türkçeyi öğretmek amacıyla Kaşgarlı Mahmut tarafından Arapça olarak yazılmıştı. Yine aynı dönemin yazın ve düşün açısından büyük önem taşıyan ve Yusuf Has Hacib tarafından yazılan Kutadgu Bilig adlı didaktik yapıt, Türkçenin çeşitli anlatım olanaklarını ve gücünü sergilemektedir.

Türklerin Anadolu’ya yerleşmelerinden sonra, 13 ve 15.yüzyıllar arasındaki dönemin ürünlerinde yabancı öğelerin oranı oldukça düşüktür.

Çünkü bu dönemde Anadolu’da devam eden Halk Edebiyatı şairlerimizin yapıtlarında kullanılan dil, yüksek zümrenin değil, halkın anlayacağı şekilde Türkçedir. Karacaoğlan, Köroğlu, Pir Sultan Abdal gibi şairlerin dilinde pek yabancı öğe görülmez.

Tanzimat döneminde, hatta Cumhuriyete gelinceye kadar aydınlarımızın anadili bilincinden yoksun tutumu Türkçe’nin hep zararına olmuştur. Yazılan dille halkın konuştuğu dil arasında giderek bir uçurum açılmıştır. Daha Uygur döneminde ‘yer tebremeki’ diye anlatılan ve Anadolu ağızlarında ‘deprem’ olarak yaşayan doğa olayı, Osmanlı aydınınca Ar. kökenli ‘zelzele’ ya da Farsça tamlama kuralına göre kurulmuş Ar. ‘hareket-i arz’ tamlamasıyla karşılanıyordu. Ancak dil devrimiyle deprem sözcüğü, yeniden canlandırılmıştır.

Ancak Dil Devrimi sırasında türetilen ya da canlandırılan öğelere, insanoğlunun her yeniye gösterdiği tepki sonucunda olsun, karşı çıkan kişiler ve kurumlar bulunmuştur. Fakat hiç yadsınamayacak gerçek, bu özleştirme akımının başarısıdır. Bugün ‘üretim’le karşılanan istihsal, ‘tüketim’in eski karşılığı istihlâk, ‘tüketici’ için kullanılan müstehlik gibi sözcükler bütünüyle unutulmuştur. 1935’lerde yadırganan ‘öğretmen’, ‘okul’, 1940’larda yadırganan ‘olay’ bugün herkesçe kullanılmaktadır. Artık hiç kimse ‘aralık’ yerine kânunuevvel, ‘ekim’ yerine teşrinisani dememektedir. Köylü yurttaşlarımızın dilinde de, yaşantı, seçenek, üretim sözcükleri yaygındır. Seç- kökünün seçim, seçmen, seçmenlik, seçmeli, seçici, seçenek gibi birçok türevi, aynı tutumun ürünleridir. Bugün seçim demek olan intihab’ı, seçmen anlamındaki müntahib’i hatırlayan kaç kişi vardır?

Gerek sözcük düzeyinde, gerek yabancı kalıpların çeviri yoluyla Türkçeye mal edilmesi yüzünden ortaya çıkan bozuk anlatım biçimlerinin giderilmesinde, gerekse yabancı adların egemenliğinden kurtulmada, dört elle sarılacağımız kurtarıcı, anadiline saygı ve anadili bilincidir.

Türkçe’nin dünya dilleri arasındaki yeri nedir?
Yorum Yap

Yorumlar kapalı.