
Edebiyat akımları
Edebiyat akımları bireyin olduğu kadar toplumun da gelişmesinde önemli bir rol oynar. Edebiyat akımlarıyla beslenmeyen uluslar, uygar uluslarla yarışamazlar. Edebiyat akımları olmasaydı başlangıçtan zamanımıza kadar, edebiyat yapıtları insanı bıktırıcı bir monotonlukla devam edecek; bireysel, toplumsal dinamizmi hazırlayan sayısız duygu pınarları dilsiz kalacaktı. Edebiyat ufkunun genişlemesi sıkı sıkıya edebiyat akımlarına bağlıdır.
Batı Edebiyatı Akımları, yüksek duygu, derin bir kavrayış, engin bir sezgi taşıyanların eseridir. Her akım, edebiyata değişik bir görüş açısı, yaşantıyı sağlamlaştırıp güzelleştiren bir hamle gücü katar. Edebiyat akımları toplumu, toplum sanatçıyı etkisinde bulundurarak, özgün yapıtların yaratılmasına yardımcı olur. İnsanlığın gidiş yönlerini belirtir, bireyi yepyeni görüşlerle sarsıp uyandırır.
İnsanların anlatmak istedikleri değişinceye kadar bu akımlar yeni kalırlar. Sonra yerlerini yeni akımlar alır. Avrupa’da Ortaçağı kapatan, Yeniçağı açan “Hümanizm” ve “Rönesans” bilinmedikçe, batı edebiyatı akımlarının temel yapısı anlaşılamaz.
Edebiyat akımlarını hazırlayan etkenler
Edebiyat akımlarını, tarih, sosyal tarih ve düşünce tarihi gibi geniş bir bağlamda ele almak ve incelemek gerekmektedir. Çünkü bir “gelgit” olayını hatırlatan edebiyat akımları, toplum içindeki hareketlere paralel olarak gelişmektedir. Birbirlerine tepki olarak doğan bu sanat hareketleri, farlı disiplinlerden gelen etkilere açık oldukları kadar sanat şubeleri arasındaki etkileşimle de zenginleşmektedirler. Bu nedenlere bağlı olarak edebiyat akımlarını, sadece metinler üzerinde ele almak yetersiz kalmaktadır. O halde akımları bir süreç olarak ele almak ve gelişmelerini tarih ve toplum ile ilişkilendirerek açıklamak daha tutarlı verilere ulaşmamızı sağlayacaktır.
Örneğin Avrupa’daki sanayi devriminin neden olduğu ekonomik gelişmeler, toplumun yapısını da değiştirmiştir. Özellikle 1789 Fransız Devrimi bir bakıma romantizm ve realizmi besleyen ve bu akımların gelişmesine ivme kazandıran önemli bir kaynaktır. Her iki akımın günümüze kadar farklı adlar altında hüküm sürmüş olmasını da bu kadar büyük bir düşünsel, siyasal ve toplumsal hareketten olmasına bağlayabiliriz.
Dünya edebiyatında akımların kaynağı Antikçağdan itibaren Avrupa kıtası ve özellikle de Fransa olmuştur. Akımların romantizmin dışında doğuşlarının hep Fransa’da gerçekleşmesi de bir tesadüf değildir.
Batı edebiyatı kavramı
Avrupa, batı yarımkürede yer alan ve uzun yıllar kültür dünyasını beslemiş önemli kaynakların bulunduğu bir kıtadır. Batı edebiyatı, uzun bir süre Avrupa Edebiyatı ile aynı anlamda kullanılır. Avrupa Edebiyatı, Avrupa dillerinden biri ile yazılmış, çeviriler aracılığıyla tüm diğer Avrupa dillerine çevrilerek bütün kıtaya yayılmış eserlerden oluşan bir edebiyattır.
Batı edebiyatının klasik eserlerinden bir liste oluşturmak gerekirse, burada yer alacak eserler arasında Odissea, İlahi Komedya, Hamlet, Sefiller, Madame Bovary gibi yapıtlar sayılacaktır. Ancak bu eserler hangi ölçülere göre saptanacaktır. Her ulusun kendi klasikleri olduğu düşünülürse ve her ulusun da bu listede kendi yazar ve eserlerini görmek isteyeceği göz önünde bulundurulursa, böylesi bir listeyi oluşturmanın zorluğu daha iyi anlaşılır. Bu listeyi belirlemede ön koşul, eserin klasik eser özelliklerini taşıması olacaktır. Ayrıca Avrupa kültürünü yansıtan örnekler olması da ikinci koşul olabilir.
Türk Edebiyatı’nın batıya açılması
Türk Edebiyatı tarihine bir bütün olarak baktığımızda ulusumuzun, kendi tarihi seyri içerisinde yaşamış olduğu sosyal ve kültürel değişmelere paralel olarak birtakım farklı niteliklere sahip olduğunu, değiştiğini ve yenileştiğini görürüz. Söz konusu dönüşümlerin en büyüğünü İslâm dini ile doğu medeniyeti dünyasına girişimiz esnasında yaşadığımız bilinen bir gerçektir.
Türk ulusu, 18. yüzyıldan itibaren derece derece dikkatini Avrupa’ya çevirmiştir. Bu yöneliş zamanla, birtakım değer ve unsurların Batı’dan alınıp kendi kültürümüze aktarılması veya mal edilmesi sürecine girmiştir. 19. yüzyılın başından itibaren de Batı değerlerinin önemli ölçüde sosyal, siyasal, sanat ve edebiyat hayatımızda ve bazı kurumlarımızda somut ifadelerinin şekillenmeye başladığını görürüz. Bu nedenledir ki iki yüzyıllık dönem içindeki hayatımız ve kültürümüzde görülen en önemli özellik, büyük dengeyi kaybetmenin doğurduğu sonu gelmez çalkantı ve arayışlardır.
Batı’ya yönelişimizin sonucu sosyal – kültürel ve politik hayatımız, kıymet hükümlerimiz ve kurumlarımızdaki alt üst oluş, doğal olarak Türk Edebiyatı’nı da kökten sarsmış ve yeni bir edebiyatın oluşumuna zemin hazırlamıştır.
Doğa, hayat ve insan anlayışı, estetik değer hükümleri, dili, şekli ve anlatım tarzıyla kendinden önceki Türk edebiyatından ( Divan ve Halk Edebiyatları ) farklı olan bu edebiyata: Tanzimat Sonrası Türk Edebiyatı, Batı Tesirindeki Türk Edebiyatı ya da Yeni Türk Edebiyatı diyoruz.
Tanzimat Sonrası Türk Edebiyatı’nın beslendiği iki ana kaynak mevcuttur. Bunlar kendinden önceki Divan ve Halk Edebiyatlarıyla özellikle Fransız Edebiyatı başta olmak üzere Batı Edebiyatıdır. O halde Tanzimat Sonrası Türk Edebiyatı’nın tam olarak anlaşılabilmesi, bünyesinde barındırdığı estetik ve kültürel unsurların çözümlenebilmesi, satır veya dize aralarındaki inceliklerin sezilebilmesi için beslendiği kaynaklardan biri olan Batı edebiyatlarının dayandığı temel değerlerin bilinmesi gerekir. Aksi takdirde Şinasi’nin ‘akıl’ merkezli söylemlerini, Namık Kemal’in ‘hürriyet’ kavramında odaklaşan cemiyet sırrını, Abdülhak Hamit’in Makber’de zirveleşen ölüm karşısındaki çığlığını, sağlıklı bir biçimdeanlamak ve anlatmak mümkün olmayacaktır.
Hümanizm ve Rönesans’ın doğuş zemini
Hümanist felsefe ile Rönesans ve Reform hareketlerinin doğuş ortamı ve doğuşundaki temel etkenleri özetlemek, konunun daha iyi anlaşılması bakımından yararlı olacaktır. 14. yüzyıla kadarki Ortaçağ Avrupası, yaklaşık bin yıldır Eski Grek-Latin kültür ve inançlarıyla olan bağlarını koparmış, tamamıyla Hristiyanlığın belirlediği skolastik bir düşünce dünyası içinde yaşamaktaydı. Aristokratlar, ruhbanlar, köleler ve köylülerden oluşan üçlü bir katı sınıf yapısı içindeki bu dünyada, hiçbir özgür düşünceye hayat hakkı yoktu. Köleler ve köylüler bir avuç aristokrat ve ruhban tarafından yönetilir ve sömürülürdü. Bu dönemde, eski eserleri okumak günah, hatta kâfirlik olarak addedilirdi.
Bu noktada hümanist felsefe ile Rönesans ve Reform hareketlerinin temelini, İlkçağ felsefecilerinin düşüncelerinin oluşturduğu gerçeğini belirtmemiz gerekir. Bunların başında da Eflâtun ve Aristo’nun Tanrı, varlık, insan ve sanat hakkındaki düşünceleri gelir.
Ayrıca matbaanın icadıyla birlikte kitap ve okuyucu sayısının artması, düşüncenin daha geniş kitlelere yayılması ve özellikle katı Katolik mezhebine karşılık Protestan mezhebinin ortaya çıkması ve derebeyliklerin ortadan kalkmasıyla yeni bir sosyal yapılanmanın gerçekleşmesi, Hümanizm ve Rönesans’ın doğuş zeminini hızlandırmıştır. Burada, İslâm kültür ve medeniyetinin Haçlı Seferleri nedeniyle batılılarca tanınmasının, Rönesans ve Reformun gelişmesinde önemli bir rolü olduğunu da belirtmemiz gerekir.
Bilindiği gibi Reform, Avrupa’daki düşünsel, sosyal,ekonomik değişmelerin sonucunda İncil’in çeşitli dillere çevrilmesi, dinin tartışmaya açılması ve bu alanda yeni yorumlar ve düzenlemeler getirilmesi hareketidir. Reform hareketini başlatan kişi papaz, üniversite profesörü ve Protestanlık mezhebinin kurucusu Alman Martin Luter’dir.
Rönesans dönemi ise, 14. yüzyıl ortasında İtalya’da meydana gelen 15. Ve 16. Yüzyıllarda Batı Avrupa’daki ülkelere yayılan edebiyat, sanat ve bilim alanındaki uyanış dönemidir. İtalya’da Dante, Petrarca, Baccacio gibi yazarlar Rönesans hareketinin öncüleridir. Rönesans hareketi sadece edebiyat alanında değil resimde, heykeltıraşlık ve mimarlıkta da yeni bir zevk ve anlayışa yol açmıştır.
Yorumlar kapalı.