
Kıbrıs Türk öykü yazarlığında güçlü bir imza olan Sn. Gülsade SOYKÖK’le ilgili olarak, YDÜ Kıbrıs Araştırmaları Merkezi Başkanı – Prof. Dr. Şevket Öznur, şöyle yazar:
“Sayın Gülsade SOYKÖK, Kıbrıs Türk yazınının son dönemlerde en önemli kadın yazarlarından birisidir. Kendisine özgün bir biçemle yazdığı öykülerinde ilk bakışta gördüğümüz en büyük zenginliği, destansı şiirsel üslûbu ve yaratıcılığıdır.
Öykülerinde Kıbrıs insanını, doğasını, rengini, sosyal ve tarihsel yaşantısını samimi bir biçimle ele alışı, okuyucuyla eser arasında bir bütünsellik oluşturmaktadır.
Zaman, mekân, insan üçgeninde estetiksel dil ve sanatsal bir tavırla yazdığı öykülerini, ayrıca Kıbrıs ağzına özgün deyim ve günlük konuşma dili üzerine kurduğu anlatım tekniğiyle bütünselleştirmesi, onu, daha da okunur kılmaktadır.
Öykülerindeki sade, anlatılır dili, betimleme ve sözcük öbeklerini kendine özgün yaratıcılıkla kurgulaması, eserine oldukça sürükleyici ve hayranlık uyandırıcı bir nitelik kazandırıyor.
Gülsade SOYKÖK; benliğini, gözlemlerini, ülkedeki değişen sosyal yapıyı, çatışmayı öykülerinin içine katar, onun mekânı kendi ata toprağıdır, kendi insanıdır. Bu bağlamda öykülerinde halkının günlük yaşayışını ve düşüncelerini okurlarına yansıtmaktadır.
Yayın dünyasında Edgar Allan Poe’nun ve Çehov’un başlattığı kısa öykü türünün geçmişten günümüze kadar büyük yol alması ve yazın türünün en önemli türlerinden birisi olması ayrıca kısa öykünün günümüzde yaşayan ustası Alice Munro’ya 2013 Nobel Edebiyat Ödülü’nün verilmesi de çok anlamlıdır.
Ülkemizde de Hikmet Afif Mapolar’ın, M. Kansu’nun, Ali Nesim’in, Bener Hakkı Hakeri’nin, Özben Aksoy’un, Özden Selenge’nin başlattığı kısa öykü akımının önemli yazarlarından birisi olan Gülsade SOYKÖK’ün kitaplarıyla buluşmamız, tüm okuyucuları, yazınımız ve ülkemiz için mutluluk ve ümit vericidir.
Yazarımızın nice yeni eserlerinde buluşmak dileğiyle, kalemine ve yüreğine sağlık.”
Gülsade SOYKÖK
Kimdir?
1963’te Tekirdağ’da doğdu. Babası TSK Ordusu’nda Topçu Astsubayı, annesi ise ev hanımıdır. Mühendis, doktor ve hostes olan 5 kardeşin en büyüğüdür. Yaşamlarının akışı, Kıbrıs Barış Harekâtı’nın ikincisiyle tümden değişime uğradı. Ailenin geri kalanı, 1977’de Turhal’dan gelerek Kıbrıs’a yerleştiler.
Orta ve lise öğrenimini, İskele Bekirpaşa Lisesi’nde tamamladı. Lise öğreniminin bitiminden iki yıl sonra, ailesinin tüm muhalefetine karşın hemşirelik münhaline başvurarak kazandı. Mağusa’daki iki yıllık okulunu, birincilikle bitirdi.
Merkezi Mağusa’da olan “Kıbrıs Postası”(1983-1990) gazetesinde kara mizah türündeki öyküleri, her konuyu içeren şiirleri yayınlanmaya başladı.
1986 yılının mart ayında tam teşekküllü Dr. Burhan Nalbantoğlu Devlet Hastanesi’nin, Ameliyathane Bölümü’nde “Hemşire” olarak göreve başladı. Aynı dönemde “Halkın Sesi gazetesinde” öykü, deneme, şiir ve röportajları yayımlandı.
Acil Servis’te görev yaptığı 1990’lı yıllarda, AÖF’nin “İşletme Bölümü” ve aynı üniversitenin “Hemşirelik Yüksek Lisans Eğitimini” 2’şer yıl sürdürdükten sonra yarım bıraktı. Dünya evine girdi…
Yayınlanmış Kitapları:
* Doğan Günün Sancısı (Şiirler)
* Çarpık Evin Esintisi (Öyküler)
* Kız Kurusu (Öyküler)
CAN PAZARINDA
Ortalıkta sıkıcı bir hava vardı. Üstelik insana hüzün veren bir sis tabakası her yanı kaplamıştı. Böylesi bir ortamda, başkentteki tam teşekküllü Hastanenin durumu, dışarısından farksızdı. Değişmez tempo, hep aynıydı. Yaralılar, yaralanmadan ölen kazazedeler, ıvır-zıvır bir sürü olay “Acil Servis”in stüdyosunda oynanırdı.
Bir öğle sonunda millet yemeğini yemiş, sabah uğramayı ihmal ettikleri hastaneye tedavileri için koşturmuşlardı. Tüm koltuklar doluydu. Sanki düğün tebriğindeymişlercesine sırada bekleşiyorlardı. Sabırsızlıkları ise doruk noktasındaydı.
Hanım doktor, içeri alınan dâhiliye hastasına sordu:
-Ne şikâyetin var hanım teyze?
-Aha yüreğim ağrır gızım…
-Nasıl ağrır, tarif edebilin?
-Eeee! Her havadan çalar…
-Ne zaman başladı ağrıların?
-Övleden beri…
Hemşirelerden biri yanlış anladı.
-Evlenenden beri mi? Tam 65 yıldır bu ağrıyı mı çekiyorsunuz?
-Yok yahu, anlamazsınız. Övleden beri sızlar durur derim size.
Konuşmaları, yarım kaldı. Tam o sırada, alkol komasında olan genç bir adamı sedyeyle odaya taşıdılar. Alkolün etkisiyle ağza alınmayacak küfürler edip, oradaki personelin ölmüş yedi ceddinin kemiklerini sızlattı. Öte yandan, kollarını etrafa savuruyor; ayaklarıyla havaya tekme atıyordu.
– Fulya garımı isterim, nerede yahu o?!?
Oksijen sarışını ve yağ tombulu bir hanım, adamın başını ojeli elleriyle sarmalamış bağırıyordu:
– Yanındayım canım. Söyle nesten beni?
Nerden çıktığı belli olmayan servis görevlisi, söze karıştı.
– Husol Rayıf, bu Fulya değil, Fatoşçuktur!
Hemşire, olaya el koymak zorunda kaldı.
-Şefik efendi, sana ne milletin haremindeki kanlarından! Fatoşu da nerden sokuşturdun araya?!
– Tanırım gendilerini. Abonedirler. Her hafta gelirler…
Sarhoşun bağırtısı konuşmalarını yarıda kesti.
– Fulya garımı isterim!..
Oksijen sarışını ve yağ tombulu, kendinden beklenmeyecek çeviklikle Rayıf denilen adamın başını, ellerinin içinde hapsetmeye çalışıyordu. Öte yandan, suni teneffüs yaparcasına öpüşlerini sürdürüyordu.
– Aç gözlerini canım, ben Fulya’yım! Öpüşlerimden da tanıman beni? Aşk olsun yahu sana!
Adam, elini kuvvetle ona doğru savurup bağırdı:
-Çekil leş o….! Sen, Fulya değilsin, Fatoşsun…
Bu kez, kadını ağlama krizi tuttu. Karşılıklı hüngürdeşiyorlardı. Arada ise öpüşüyorlardı. İçerde hastası olan başka bir adam, onlara yaklaşıp hayretle söylendi:
– Aman gâvvole, bu yaşın sahibi insanım, böyle yakın plân ateşli öpüşme görmedim Allah için!
Tam o sırada, trafik kazası geçirmiş iki yaralı getirdiler. Aşırı alkol yüzünden beş takla atmışlar; hurdaya dönen arabanın içinden mucize eseri sağ kurtulmuşlardı. Yaralılardan birisi, korkuyla gözlerini hiç açmadan konuşuyordu:
– Aman Tanrım, galiba gencecik öldük Hüsnü!
Diğeri, yaralı bir teğmendi. Kibarca sorup duruyordu:
– Hanfendi, olayın nasıl olduğunu, bana izah edebilir misiniz lütfen? Şimdi neredeyim ben?
– Beyefendi, ne yazık ki kaza sırasında, yanınızda değildik. Nereden bilebiliriz?
Ümitsizce iç geçirdi. Olayı çözmeliydi mutlaka. Yine sordu:
– Kaza nerde olmuş? Onu olsun söyleyin!
– Polis, Girne’nin içinde olduğunu söylüyor.
Adam, şaşkınlıkla sedyenin üzerinde doğruldu. Az kalsın beton zemine çakılacaktı!
– Neee, Girne’demi?! Büyük bir yanlışlık olacak. Allah Allah, Kıbrıs’ta ne arıyorum söyler misiniz?
– İstesem de söyleyemem. İstihbarat subayınız değilim. Nerden bileyim?
Konuşmalarını, siren sesi kesti. Bir intihara teşebbüs olayını getirmişlerdi. Anne ve babanın gözleri yaşlı, kocanın ise öfkeliydi. Doktor soruyordu bıkmadan:
-Söyle bakalım kızım, ne içtin?
-Nestersiniz yahu?! Rahat bırakın beni. Belânızı versin!
-Ne içtiğini söylemezsen, bizden önce senin belânı verecek Tanrı…
O, yine sızlanıyordu:
-Ölüyorum karın ağrısından yahu! Neyi beklersiniz?
-Ne içtiğini söylemeye, ne zaman karar vereceğini bekliyoruz…
-Ölünce anlarsınız… Otopsi yapmaycaksınız yani?
-Sen ölmen gızım. Galiba da bişeycik içmedin.
-Hiç olur? Kabızlık hapıynan fare zehiri içtim!
Doktor, rahat bir nefes alıp sandalyesine çökercesine oturdu. Ve gerekli tedaviyi söyledi:
-Hastayı kusturun hemşiranım. Birde serum takın.
-Hiçbir şeyinizi istemem yahu. Bırağın da gaçalım.
O sırada kusturulmak üzere, sarhoşun olduğu bölüme doğru götürüldü. Sarhoş halâ bağırıyordu:
– Fulya garımı isterim, nerde yahu o?
Yaralı teğmen haykırıyordu:
– Tanrı aşkına, birisi bana kazanın nerede ve nasıl olduğunu adam gibi izah etsin! Kıbrıs’ta ne işim var benim?
Yaşlı hanım, tam üç defadır soruyordu:
-Kalp hapı verdiniz ama işeme hapı vermeyceksiniz?
– Bekle hanım, reçeten yazılıyor, dedi doktor.
Tüm bu curcuna içinde, kapının ortasında nur yüzlü, en azından 90’lık bir ihtiyar köylü, tüm sevimliliğiyle duruyordu. Siyah şalvarının bir cebine elini sokmuş, diğer eliyle de bastonuna dayanmıştı. Sabırsızlık ve öfke taşan mavi gözlerini, sonuna kadar genişletip soruyordu:
– İki saattir, deli beygirler gibi goşturur durursunuz. Bana tansiyoncuğumu almaycaksınız yahu?
* * *
Dünyada iki şeyin kökünü kurutamazsınız.
Birincisi; sülüklerin… İkincisi ise yaşamını avantayla geçirmeyi ilke edinen YALAK insanların…
Yorumlar kapalı.