Aşağıdaki yazıyı, facebook’ta, Mağusalı dost, Sn. Aykan Sahir paylaştı.
Aykan kardeşim, bu imzasız yazıyı nereden buldu, bilmiyorum.
21 yaşındaki genç, belli ki sıklıkla okuduğu bir yazarın, yazıları içerisinde ya gençleri hep suçlamasından ya da onların sırtına sürekli görev ve sorumluluk yüklemesinden bunalmış olacak ki ‘‘eee, yeter artık!’’ diyerek, yanıt verme gereği duymuş.
Öylesine doğru, güzel, haklı ve muhteşem bir yazı ki bu, noktası virgülüne hiç dokunmadan ve henüz okumayanların da okumaları için, aynen paylaşıyorum:
* * *
‘‘Ben, 21 yaşında bir üniversite öğrencisiyim.
Yazılarınızı, fırsat buldukça okuyorum.
Yazılarınızda sık sık “Gençlik nereye gidiyor?” türünden yakınmalarınız oluyor?
‘‘Gençlik’’ derken, herhâlde lise ve üniversite öğrencilerini kastediyorsunuz.
Bu durumda ben de nereye gittiğini çok merak ettiğiniz, o grubun bir üyesiyim.
Madem bu ülkede yaşayan insanları gençler ve yetişkinler olarak ikiye ayırdınız, ben de siz yetişkinlere bazı sorular sormak istiyorum.
Bir köşe yazarı olarak gençlerin nereye gittiğinden çok, yetişkinlerin nerede durduğuyla ilgilenmeniz gerekmiyor mu?
Ülkenin başını belâya sokan olayların başaktörleri genelde gençler mi, yoksa yetişkinler mi?
Bu ülkede yüz binlerce öğrenci, tek bir soru fazla yapabilmek için dirsek çürütürken, birileri sınav sorularını ve sorularla birlikte gençlerin hayallerini çaldı ve geleceğimizi çürüttü. Bu soruları çalanlar, lise öğrencileri miydi?
15 Temmuz’u plânlayanlar, kaçıncı sınıfa gidiyordu?
Milletin yüzüne baka baka yalan söyleyen siyasetçiler, hangi üniversitede okuyor?
‘‘Sanatçı’’ kimliğiyle her türlü ahlâksızlığı yapanlar, ergen mi?
‘‘Din adamı’’ sıfatıyla ekranlara çıkıp inancıma ve değerlerime küfredenler, kaç yaşında?
Sinemada, 7 yaş üstüne uygun olarak işaretlenmiş filmde bel üstüne çıkamayan yapımcılar, kaç doğumlu?
Lütfen artık gençliğe lâf söylemeyi bırakın, yetişkinlere bakın ve “Sizler bu ülkenin geleceğisiniz!” gibi klişe sloganlardan vazgeçin.
Çünkü sizler, bu ülkenin bugünüsünüz.
Siz, yaşadığınız günü bile kurtaramazken, yarınları kurtarma işini niçin bize ihale ediyorsunuz?
Kimin elinin kimin cebinde belli olmadığı, çarpık ilişkilerle dolu dizilere reyting rekoru kırdıran sizlersiniz. Kan damlayan, şiddet kusan senaryoları siz yazdırıyorsunuz.
Evlilik gibi kutsal bir müesseseyi, evlilik programlarında virane bir gecekonduya dönüştüren yine sizsiniz.
Youtube fenomenlerini seyrediyoruz diye ağlaşıyorsunuz…
Ama o fenomenlere film çektirip parayı götüren, sizlersiniz.
Siz; gece kulüplerinde kavga eden futbolcuları el üstünde tutarken, okul koridorlarında kavga eden öğrencileri disipline gönderemezsiniz.
Bir yandan her türlü rezilliği özgürlük olarak sunan, cinsiyetsiz bir toplum özlemiyle yanıp tutuşan yazarların kitaplarını okurken, bir yandan ailenin öneminden bahsedemezsiniz.
Yetişkinler para hırsıyla sürekli inşaat yaparak şehri betona boğarken, gençlerden geleceği inşa etmelerini bekleyemezsiniz.
Alttan bir sürü dersiniz var, bize üst perdeden ahlâk dersi veriyorsunuz!
Size bir şey söyleyeyim mi? Yeni nesil pırıl pırıl…
Hiçbir sıkıntı yok. Asıl sıkıntı, yeni nesle eski nesilleri unutturan yetişkinlerde.
Son iki yılda kaç tane Türk filmi çekilmiş ve geçmişimizi anlatıyor?
Kitapçıların çok satanlar rafındaki kitaplardan kaç tanesi gençlere ecdadını sevdirmek için yazılmış acaba?
Siz, dedelerinizin emanetine sahip çıksaydınız, biz de yarınları emanet olarak kabul ederdik belki. Ama şu durumda hiç emanet alacak durumumuz yok! Kusura bakmayın!
Geçmişini unutturduğunuz bir nesle, gelecekten ödev veremezsiniz!
Bu yüzden aranızda, “Yeni nesil şöyle, yeni nesil böyle!” diye konuşup durmayı bırakın!
“Senin yaşında Fatih İstanbul’u fethetmişti!” diyerek demagoji de yapmayın!
Evet, 21 yaşındayım. Ama Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaşta değilim.
Çünkü benim babam II. Murad değil, hocam da Akşemseddin değil.
Zaten İstanbul da artık Fatih’in fethettiği, İstanbul değil.’’
* * *
21 yaşındaki bu pırıl pırıl gencin muhteşem yazısına teşekkür etmekten başka söyleyecek, tek kelimem yoktur.
Gelelim, yazımın başlığında da kullandığım ‘‘Pilav üstü bumbar’’ konusuna…
Geçtiğimiz hafta içerisinde ve ‘‘Kıbrıslılar Evsiz – Yersiz ve Kimsesizler mi?’’ başlığı altında paylaştığım iki köşe yazımda, merak ederek, yarım asırdır süren müzakerelerin neden hep Viyana’da, İsviçre’de, ABD’de yürütülüp de sorunun esas merkezi olan Kıbrıs’ta yapılmadığını sormuştum.
Ve bugün, Adalı iki halkın liderleri, New York’ta değil mi yine?
Liderler; Sn. Guterres’in ev sahipliliğinde, yarın akşam bir araya gelerek, ‘‘Akşam Yemeği’’ yiyecekler…
* * *
Ev sahibi Sn. Guterres’in, konuklarına, Amerikan menüsünden ne ikram edeceği şimdilik bilinmiyor…
Bilinen şu: Sn. Guterres, Kıbrıs’a hiç gelmedi.
Kıbrıs’a gelmediğinden de, otantik Kıbrıs mutfağından başlamak üzere, bu ada coğrafyasının yüzyıllardan günümüze uzanan zengin mutfağından da habersizdir elbette.
Bu arada; ‘‘Kıbrıs Mutfak Kültürü’’ denildiği zaman, benim aklıma ilk gelen uzman kişi, elli yıllık kadim dostum, araştırmacı yazar, Zekâi ALTAN kardeşimdir.
* * *
ALTAN kardeşimle dünkü sohbetimizde, söz, döndü dolaştı, Sn. Guterres’in iki lidere nasıl bir akşam menüsü sunacağına geldi…
Zekâi ALTAN kardeşim de benim gibi, müzakerelerin, başkalarının ülkelerinde ve onların ev sahipliliğinde değil, ‘‘Kıbrıs Sorunu’’nun başladığı yerde, kendi evimizde yürütülmesini isteyenler safındadır.
Şöyle dedi:
– ‘‘Kıbrıs sorunu; Kıbrıs’ta, Kıbrıslı gibi yaşanarak, Kıbrıslı gibi yemek ve kahvaltı yeyerek konuşulur. Aynı gökyüzü, aynı iklim, aynı kültür, aynı yaşam biçimi, aynı huyları ve huysuzlukları paylaşarak anlaşılır. “Hade be annaştıg, hade re endagsi” diyerek de tartışılır. Biraz da yüksek sesle konuşularak, elbette.’’
Bu sohbet üzerine (kısa süre sonra KIBRIS TV’de de ‘‘Kıbrıs Mutfağı’’ kültür ve tarihi üzerine programları başlayacak olan), Zekâi kardeşime sordum:
– ‘‘Müzakereler Kıbrıs’ta olsa, Sn. Guterres Kıbrıs’a gelse ve sen bir akşam yemeği menüsü hazırlasan, Sn. Guterres’e neler sunarsın?’’
İşte menüsü:
* * *
Girişler I: Erişteli mercimek çorbası, ordev tabağında Evdim Usulü kadın parmağı yoğurtlu köy ekmeği, çöreği ve zeytinlisi, sabsişalı ve kekikli zeytinyağı.
Girişler II: Çoban salatası, peksemetli tahın, semizotlu cacık, saçta garavolli, gabbar, pilav üstü bumbar, el makarnası, Lefkara tava.
Ara Sıcaklar: Avgalio böreği, bidede hellim ve pastırma kebap, herse.
Ana Yemek: Şinya dallarında Kleftigo (Hırsız) kebabı.
Final: Gullurugya ve sini gatmeri, meyve, Türk Kahvesi ile Zivaniya.
* * *
Kıssadan hissesi:
Sn. Guterres, bekliyoruz efendim…
Lâkin çok daha keyifli bir akşam yemeği olması için, şu espri ile:
– ‘‘Bütüne dokunma, yarıma uzanma, ye de utanma!’’
Yorumlar kapalı.