
20 Temmuz 1974 sabahı 03.30 raddeleriydi. Çıkarma henüz başlamamıştı. Ancak bizim bir çıkarmamız olmuştu. O saatlerde ben Halkın Sesi’nde görevdeydim. Rahmetli eşimi sancılar içerisinde Köşklüçiftlik’te Dr. Zekai Ereş’in kliniğine kaldırmışlardı. Ancak Lefkoşa Havaalanı kapandığından, yurtdışına tatile giden Dr. Ereş dönememiş, herhangi bir durumda hastalarına meslektaşı Dr. Mustafa Erbilen’in bakmasını rica etmişti. Bacanağım Kemal Tanay, Cumhurbaşkanlığı telefon santralinde çalıştığından Dr. Erbilen’e ulaşmış, o da Ledra Palace’tan yağan mermi yağmuru altında Zekai Ereş’in kliniğine giderek, çok zor koşullar altında doğumu gerçekleştirmişti.
Türkiye’den akın akın gazeteciler geliyordu o günlerde. Yerli-yabancı hepsi de Saray Otel’de konaklıyorlardı. Başka otel de yoktu, Bir grup meslektaşla sohbet esnasında, 20 Temmuz’da bir kızımın dünyaya geldiğini söyledim. Hemen ‘ismini ne koydun’ diye sormasınlar mı? Dedim ki, ‘Henüz koymadık, siz ne düşünüyorsunuz?’ Kimisi ‘Barış’ dedi, kimisi ‘Savaş’! Ankara’dan bir meslektaşım, “Ne barışı, ne savaşı; ismi ‘Müjde’ olsun” dedi. Hep birlikte onayladık ve adını ‘Müjde’ koyduk. Barış Harekâtı’nın 50. Yıldönümünde o da 50 yaşında.
O dönem ‘Milliyet’in de Kıbrıs Temsilcisi olduğum için Allah rahmet eylesin, tanınmış köşe yazarlarından Hasan Pulur, makalesinin altında şöyle yazmıştı: “Barış Harekâtıyla Kıbrıs Türkleri büyük bir müjde aldı, ama arkadaşımız Akay Cemal iki müjde aldı.”
Evet 1 buçuk, iki saat sonra paraşütler gökten süzülerek yere inmeye başlamıştı. Hamitköy, Göçmenköy, Ortaköy, Gönyeli ovaları beyaz karanfiller, yıldızlar gibiydi. Kadını-erkeği, çocuğu, yaşlısı genci damlara çıkmış, paraşütlerin toprağa inişini seyrederken, herkes birbirine sarılıyor, ‘Çok şükür’ diyerek kucaklaşıyor, sevinç göz yaşları akıtıyorlardı. Girne Caddesi’nde Samanbahça civarlarında oturanlar da ‘First Lady’ Süheyla Küçük’le birlikte gazetenin damına çıkarak, sevinçle paraşütleri izlemekteydiler. Rauf Denktaş’ın radyodan konuşmaları sürerken, Dr. Küçük’ün keyfine diyecek yoktu. Gözünden yaş akarak, “Çok bekledik, sonunda geldiler” demişti.
HALKIN SESİ’nde manşeti çok iri puntolarla, özel tahta harflerle “Selam Ey Şanlı Ordu” diye atmıştım.
Barış Harekâtı, Kıbrıs Türkünü esaretten, işkenceden, horlanmaktan kurtardı. On bir yıl boyunca çekilen azaptan, haksızlıklardan kurtardı. 21 Aralık 1963’ten 20 Temmuz 1974’e kadar geçen süreçte yapmadıklarını bırakmadılar bu halka. Yol keserek esir aldıklarını öldürüp, kör kuyulara attılar. Kemikleri hala DNA testleriyle tespit edilerek, törenlerle toprağa veriliyor. Türk bölgelerine girişte kurdukları utanç barikatlarında cehennem azabı yaşattılar. Binlerce insan Kızılay’ın çadırlarında, yazın kavurucu sıcağında, kışın dondurucu soğuklarında çok zor günler geçirdiler.
BM Güvenlik Konseyi’nin 4 Mart 1964’te almış olduğu 186 no’lu kararla Rumlar ödüllendirildi, Türkler ise cezalandırıldı. Kıbrıs Cumhuriyeti ortaklığından silah zoruyla dışlanan Türkler, bedeli ödenemeyecek kadar mağduriyete uğratıldı. Tanınmış devlet unvanıyla Rum tarafı tüm nimetlerden yararlanırken, Türklere bir şamar da, Annan Planı referandumundan sonra geldi. Çözüm planına evet denilmesine rağmen, ambargoların kaldırılacağına dair Türklere verilen sözler havada kaldı, Rumlarsa referandumdan 5 gün sonra AB üyeliğine alındı.
İşte o günden itibaren pamuk ipliğine bağlı olan Kıbrıs sorunu CransMontana’da koptu. Kıbrıs Türk halkının uğradığı haksızlıklar saymakla bitmez. Rumların ve başta AB olmak üzere ‘destekçilerinin’ tek amacı, Kıbrıs Türklerini Rum egemenliğindeki sözde ‘Kıbrıs Cumhuriyeti’ne, aslında ‘Kıbrıs Helen Cumhuriyeti’ne yamalamak! Bunları bilerek 50’inci yılda yolumuza Türkiye’nin desteğiyle devam ediyoruz. Sonuçta burada dini, dili, ırkı farklı bir Türk halkının varolduğu inkâr edilemez ya! Hele TBMM Genel Kurulu’nda kabul edilen tezkerede “Kıbrıs Türk Devleti’nin, uluslararası toplumun bağımsız ve eşit egemen bir üyesi olarak hak ettiği yeri alması daha fazla tehir edilemez” denilmesi, Cumhurbaşkanı Ersin Tatar’ın ifade ettiği gibi, davamıza büyük güç katmaktadır.
Yıllar boyu çatışmalara sahne olan bu adaya, Barış Harekâtı ile gerçek barış, güven ve huzur geldiği bilinirken, bugün en büyük bayramın 50’nci yıldönümünü coşkuyla kutluyoruz. Karşı tarafın yöneticileri ise 20 Temmuz’u kınarken, bu güne nasıl gelindiğini gerekçeleriyle ortaya koysunlar ve halka anlatsınlar. Bu gerçekleri anlatabilecek bir babayiğit var mı Rum tarafında? Çıkarsa kendisini kutlayacağız. Bu tarihi günde, başta Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan olmak üzere, ülkemize gelen tüm konuklara, davamıza güç verdiklerinden dolayı teşekkür eder, “Yaşasın 20 Temmuz, yaşasın özgürlük ve egemenlik” diyoruz.
Bu vesileyle bu günleri bizlere armağan eden şehit Mücahit ve Mehmetçiklerimize Allah’tan rahmet, hayatta olan gazilerimize sağlıklı bir yaşam dileriz.
***
Dt. Lama değerli bir insandı
Ailesinin yanı sıra, çevresinde de çok sevilen değerli, iyi bir insandı Dt. Ahmet Lama. Dostluğuna diyecek yoktu. Dün Lefkoşa’da son yolculuğuna uğurlandığı tüm dost, akraba ve sevenlerine üzüntü ile duyuruldu. Lama ailesinin kıymetli büyüğü idi. Sevgili eşi Dt. Zehra Lama, kızıNacit Lama (merhume), oğlu Dr. Serhat Lama, torunları Meyra Zehra Lama ve Ahmet Lama, “Acımız sonsuzdur. Yattığı yer nur, mekânı cennet olsun” dediler. Ahmet Lama aynı zamanda Demokrat Parti’nin (DP) kurucu üyelerindendi.
Bu arada bir dönemin ünlü eczacılarından merhum Nebil Nabi’nin eşi, yardımsever iyi insan Dervişe Nabi de dün Lefkoşa’da ebediyete uğurlandı. Tüm dost, akraba ve sevenlerine üzüntü ile duyuruldu. Oğlu ve gelini Üner-Jadranka Nabi, kızı ve damadı Feray-Ahmet Yağcıoğlu (merhum), torunları Dervişe-Hüseyin Sezgin, Mehmet Yağcıoğlu, Feray-MarshalSequeıra, torun çocukları Seval ve Ahmet Sezgin, “Acımız sonsuzdur. Yattığın yer nur, mekânın cennet olsun” ifadelerini kullandılar.
Yorumlar kapalı.